1 Ocak 2012 Pazar

Öldürülen masum köylünün facebook profili



Sadece kaçakçılık yaptıklarını ve PKK olmadığı iddia edilenlerden biri olan Segvan Encu'nın Facebook sayfası ise bunun tam tersini söylüyor.






İhtilâl


TAKDİM: 


Yeryüzünde ihtilâl, insanoğluyla beraber başlar.
Yirmibirinci Asra doğru dünyaya sığmayacak kadar ürediği görülen insanoğluna, en başta, doğrudan doğruya ilk insan, babasız ve anasız Âdem Peygamber, ilk tevhid ve hakikat vahidini temsil edici nirengi noktasıdır. İnsanoğlunun, üreyişinde kendisinden hiza ve istikamet alacağı ilk müspet ve hak kutup…
Adem Peygamberde ilk insan ve resul birleşiyor. İnsan, Allah’ın habercisi ve Allah ile kaim hakikatin arayıcısı olarak dünyaya ayak basıyor. Ondan sonra da bu hizayı ve istikameti bozacak soyu ve koluyla insanoğlu başlıyor.
Böyle!… Âdem Peygamberden sonra, bu ilk müspet ve Hak kutba karşı insanoğlunun menfî ve fesatçı tarafı harekete geçecek, müspetle menfî arası bir nevi elektrik cereyanı doğacak ve iki taraf arası boğuşma, mânalar âleminde şimşekler çizerek ve yıldırımlar düşürerek, madde plânını da gümbürdeterek ve hoplatarak, ihtilâl denilen keyfiyeti zuhura getirecektir.
İnsanoğlunun müspet ve hak mukabili menfî ve fesatçı tarafı… Bu ikiliği, ruha karşı nefs diye ele alabiliriz. İhtilâl denilen keyfiyeti de, tek insandan en kalabalık topluma kadar bu iki kutup arası birbirine çullanma, birinden öbürüne karşı ayaklanma diye tarif edebiliriz. Esas budur; gerisi de sayısız bahane…
Kur’ân bize öğretiyor ki, Allah, yeryüzüne hükmedici, eşya ve hadiseleri tasarrufla vazifeli bir varlık yaratacağını meleklere bildirince, onlar, dünyada fesat çıkaracak ve kan dökecek bir mahlûka mı vücut verileceğini sordular; oysa meleklerin kendisini tevhid ve tenzihten başka bir şey yapmadıklarını söylediler ve Allahtan “ben sizin bilmediğinizi bilenim!” cevabını aldılar.
Böylece insan, biri ulvîlerin ulvîsine, öbürü de süflilerin süflisine namzet ve kalbin hakikatinde birleşik ve toplu iki zıt taraf halinde yaratıldı; ve Kur’an hükmünce bu eşsiz kıvam içinde vücut bulduktan sonra kutuplardan birinden birini gerçekleştirmek üzere “sefillerin en sefili” olan âleme indirildi ve ihtilâl zemini açılmış oldu.
Bir bünyenin, kendi içinde, kendi öz nizamını sarsıcı ve yeni bir nizama yol arayıcı her hareket, ihtilâldir ve bu davranış, içi beşeriyet kadar kalabalık tek fertten, üç beş kişilik aileye, sekiz on ailelik kabîleye ve koskoca cemiyete, hâsılı topluluk belirten her varlığa kadar, esasta ve mücerrette birdir.
Şu var ki, üstün mânasiyle inkılâp vasıtası ihtilâl, vasıtalık ettiği gayeye göre kıymetlenir. Gaye, ulvîlerin ulvîsi Allah yolu olunca da, yığınların bazen hiç ve bazen hep, bazen bâtıl ve bazen hak yüzünden birbirine girmesinden ibaret vasıtayı müstakil değer kabul etmez. Vasıtayı hangi şekilde bulursa onda kullanır ve inkılâp ismini alır.
Bu mânada resuller ve nebîler, âdi anlamiyle ihtilâlci olmaktan münezzeh, en üstün ve erişilmez çapta inkılâpçıdırlar. Alelade inkılâpçılara kıyasla onlara “mutlak inkılâpçılar” demek gerekir.
İşte bu ölçüler çerçevesinde ihtilâli, mutlak inkılâp cephesiyle resuller ve nebilerden başlatırken, yeryüzünde ve insanoğlunun hayatında ilk fesat ifadesi olarak, Adem Peygamberin iki oğlu Hâbil ve Kaabil’e iliştiriyoruz.
Ötesi, insanoğlunun hak gördüğü ve bildiği yollardaki ayaklanışlarından, tarihin şahitliği altında romanımsı hikâyelerdir ki, bu cazibeli hikâyelerden gerçek gaye, mâna, ilim ve usûl bakımlarından alınabilecek dersler, hak ve hakikat bağlılarına en faydalı iş ve hareket kültürünü aşılayabilir. Onları da kendi oluş plânlarında büyük, orta ve küçük olarak sınıflandırıyor, ayrıca “kırıntı ihtilâl” teşhisi altında ve birkaç satır içinde miskin ve mânâsız hareketleri de gözden kaçırmamayı lüzumlu buluyoruz.
Ezelden ebede doğru kabarıcı sahilsiz insanlık denizinin, kâh hak, kâh küfür, korkunç çalkantılarını resmeden ihtilâl, Allah’ın insana biçtiği memuriyeti bilenlerce ne kadar manalıdır!
İnsan, nefsinde ve cemiyetinde, kendi ölçüsüne göre aradığı cennetin engellerine karşı daima ihtilâl halindedir.

Ortalık mahşer gibi…
Kim buranın sahibi,
Kimlerin düğünü var?
Güneş batan bir bayrak;
Şu kıpkızıl ufka bak,
Ana baba günü var!
Necip Fazıl Kısakürek

Üstad Necip Fazıl'ın Kaleminden "Ziya Gökalp"




Necip Fazıl Kısakürek'in “Sahte Kahramanlar” isimli eserinde Ziya Gökalp’ten bahsettiği kısım:

Ziya Gökalp... Mehmed Ziya... 1875’de, Diyarıbekir’de doğdu. Dinde lâûbali baba terbiyesi aldı. Diyarbekir’de Rüştî ve İdadî tahsilini bitirdi. Fransızcaya çalıştı.Ziya Gökalp kurtuluş getirecek büyük mütefekkirin yakınlarına kadar yaklaşmıştır. Fakat girememiştir içeriye; ve tam aksine, dönmüş, her şeyini feda etmiş. ( Feliks Kulpa ) mânasındaki mütefekkirin tâ kendisi olmuştur. Demin dokunduğumuz nefs muhasebesinden bir şey yaşar gibi oluyor onda... Genç çağında kendisini vuruyor. İçinde yaşadığı yeni ve sahte dünyaya inanamaz oluyor. Dayanamıyor bu sahte âleme ve hakikati arıyor. İntihar ediyor. Kurtarıyorlar onu...Bu bir nefs muhasebesi başlangıcıdır. Fakat kendisini saadete götüremedi. Aksine, tersine götürdü. İstanbul’da Baytar mektebine giriyor. Yarım tahsil... İttihat ve Terakki hareketi... Selanik... “Genç Kalemler” dergisi... Ve ittihadın “Merkez-i Umumî” âzası, ( İdeolog )u, fikriyatçısı oluyor. Sade Türkçe ve Türkçülük cereyanının sahibi... Bu sade Türkçede hizmeti vardır. Benim neslim, ana dilimizle yazanlar, o cereyana borçluyuz kendimizi... Yalnız burada bir incelik var. Sade Türkçe ile uydurma Türkçe arasındaki fark... Biri anamın babamın dili, öbürü kurbağaların dili...

Türkçülüğüne gelince...

( Feliks Kulpa )ların en büyüğü... Çünkü kendi ( orijinal ) bir filozof değildi. Bir sistemin sahibi değildi, bir esas getirmedi. E. Durkheim ( Emil Dürkaym ) isimli ( sosyolog ) ve filozof bir Fransızın kopyacısı oldu. Kopyayı da aslına sadık kalarak yapmadı. Çünkü – burası en ince nokta – ( Emil Dürkaym )ın kafasında, anlayışında, milliyetçilik, ruhî muhtevânın, yani inanılan şeyler mecmuunun, bilhassa dinin, o milletin hususiyetlerine serptiği renkler ve çizgilerden meydana gelme duygu... Milliyetçilik budur! O, bunu, İslâmiyeti kaldırıp yerine bir şey getirmek suretiyle telafi yoluna saptı. Yani Reşat Paşadan beri gelen İslam düşmanı hareketi, İslamın ruhunu anlayıp ona göre çürüğe çıkaracağı yerde, aksini yaptı. İslam düşmanlığında hepsinden ileri gitti. Fakat temelsizliğini de anladı, İslam yerine Türkçülüğü getirmeye kalktı. Binaenaleyh, bilinmesi lazımdır ki, - kimsenin taassubuna hitap etmiyorum; yalnız, hal ve vicdan duygusuna hitap ediyorum ! – İslamiyetin yaptığı o muazzam fütühatın, ruhî ve maddî o muazzam hamlenin yerine, manevî bir unsur olarak ırkçılığı getirdi. Evvelâ ustasına ( Dürkaym ) sadakatsizlik gösterdi. Çünkü ( Emil Durkaym )ı okuyan, milliyetçiliğin ruhî muhteva üzerinde tecelli ettiği ( doktrin )inden ötürü, onun kıymeti İslamiyete vermesi gerektiğini anlar. Hem onun çırağı oldu, hem de ustasına, ustasının ( doktrin )ine sadakatsizlik etti. Felsefe tahsili yapanlar bu hakikati bilir. Türkçülüğü de İslamiyeti bir şeyle değiştirmek için benimsedi. Buna vesika isteyenler benden derhal laboratuar tecrübesi kadar emin bir şekilde senet talep edebilirler. İki tane vesika: Birini şimdi okuyacağım. “Türkçülüğün Esasları”nı okuyanlar onun İslamiyete karşı tavrını anlar:

“Bir ülke ki, camilerinde Türkçe ezan okunur,
Köylü anlar mânasını namazdaki duanın,
Bir ülke ki, mektebinde Türkçe Kur’an okunur,
Küçük büyük herkes bilir buyruğunu Hüdanın
Ey Türk oğlu, işte senin orasıdır vatanın!”

Bu şiiri yazan İslamiyeti feda ediyor demektir. Kuran’a Türkçe demek topyekûn İslam ölçülerini ve Allah’ı inkâr etmeye müsavidir. Çünkü Kuran ne şudur, ne budur – ne Türkistan, ne bilmem ne dediği gibi – ne de Arapçadır. Kuran Allah’ın Arapça üzere inzal ettiği öz kelamdır ve Arapça dâhil, hiçbir lisan ile kıyas ve iştirak kabul etmez bir keyfiyettir. Bu sırrı anlatabilmek ve anlayabilmek için, Yunus Emre’nin dediği gibi, bir ömür, toprakla kepeği birbirine karıştırıp yiyebilmek lazımdır.

Bu arada, Ziya Gökalp’in, Allah’a karşı tavrına ait bir müşahade... Tarihin ve kimsenin bilmediği bir hadise... Benim 40 yıllık bir hatıram!

Bundan 40 küsur yıl önce, Abdülhak Hamid’in evinde bir hanımefendiyle tanıştım. Bu hanımefendi, ömrü Avrupa’da geçmiş, ne Ziya Gökalp’i tanıyan, ne Türkiye’yi ve Türk Edebiyatını bilen, züppe, Avrupalılaşmış bir kimse... Kimsenin, kastla, ne lehine olabilir, ne aleyhine… Ben Abdülhak Hamid’e, Ziya Gökalp’in dinsizliğinden bahsederken birden doğruldu ve aynen şunları söyledi:

-İstanbul’a gelişlerimden birinde hastalandım ve Fransız hastanesinde yattım. Bitişiğimdeki odadan garip sesler geliyordu. Kim olduğunu, bu sesleri çıkaran hastanın kim ve ne olduğunu sordum. Meşhur Ziya Gökalp, dediler. Mebusmuş, profesörmüş... İsmini bile yeni duyuyordum. Öldüğü gece, başını duvarlara çarparak, sabaha kadar, Allah’a en galiz kelimelerle sövdü. O kadar fena oldum ki, bu hal karşısında, odamdan çıkıp başka bir yere sığındım. Öğrendiğime göre Allaha inanmazmış...

Hem Allaha inanma, hem ona söv! Duyulmamış, görülmemiş şey!

Ben bu konferansı ilk defa, Ankara’da, Dil-Tarih Fakültesi konferans salonunda verirken, tam bahis bu noktaya gelince biri ayağa kalktı ve bağırdı:

-Yalan! Olamaz!

Dinleyenlerin adam aleyhindeki sert tezahürlerini önledim ve adama hitap ettim:

-Yalan kelimesini nasıl ağzınıza alabiliyorsunuz?

Cevap verdi:

-Sizin için değil, o hanım için söylüyorum!

-Asıl o hanım yalancı olamaz! Zira şununla, bununla alakasız, şahsî âleminde ve dışarıyla irtibatsız bir kadın... Böyle şehadetler tarih ölçülerinde en makbulleridir. Onlara “istikrâî–kendiliğinden” vesika denilir ve hiçbir garaz ve ivaz kollamadığı için en emin şehadet göziyle bakılır. Bu ölçüyü muhafaza edecek olursanız, her türlü peşin kasttan âzade bu hanımı doğrularsınız!”

Kadın hakkında bu görüşüm tamamiyle yerindeyken, ille onun verdiği vesikayı istinat diye de bir şey yoktu ortada... Din ve İslam düşmanlığına Ziya Gökalp’in, bizzat eserleri şahitti. Fakat o hanımın şehadetinde de; kahraman sanılan zatın ruhundaki maraza ait korkunç bir delâlet tütüyordu.

(Sahte Kahramanlar / Necip Fazıl Kısakürek)

Nihal Atsız'ın islâma hakaretleri







  • Tanrı insan idraki dışındadır. Kur'an, Muhammed'in talimatıdır. Bunun birçok delilleri vardır. Bir tanesi birçok yerinde aya, güneşe, fecre, atların köpüren ağızlarına yemin ve and verilmesidir. Yemini kim eder? İnsan eder ve kendisinden daha üstün bir varlığın adına eder, Tanrı yemin eder mi? Tanrı'dan daha üstün bir varlık olmadığına göre kendi yarattığı aya, güneşe neden yemin etsin? Görülüyor ki bu yeminler Muhammed'in gönlünden ve beyninden doğmadır ve hatta Araplar arasında İslamiyetten önceki zamanların usul ve adabınca edilmektedir. (Yobazlık Bir Fikir Müstehasesidir - ÖTÜKEN, 1970, Sayı: 11 )


  •  Kur'an "âlemlerin sahibi olan Tanrı'ya hamdederim" diye başlamaktadır. Belli ki bu söz de Muhammed'indir. Çünkü Tanrı, kendi kendisine hamdetmez. Müfessirler her ne kadar Tanrı "böyle diyin" demek istemiştir yolunda tevillere geçmişlerse de Kur'anın sonundaki küçük sürelerde olduğu gibi, sürenin başına bir "söyle, de ki" hitabını eklemeyi Tanrı düşünmez miydi? (A.g.m)


  •  Din Arab’ın, hukuk sizin, harp Türklüğündür. (Davetiye - 1940)


  • Kumar, içki ve her türlü fuhşiyatla yozlaşmış, karılarını değiştiren ve kız çocuklarını gömecek kadar vahşet gösteren bir toplumda Muhammed'in başka türlü davranmasına imkân yoktu. Onlara korkunç cehennem azapları gösterecek ve dünyada doğrulukla yaşayanlara da öte âlemde köşkler, Kevserler yiyecekler, güzel huri kızları vaad edecekti. (Yobazlık Bir Fikir Müstehasesidir - ÖTÜKEN, 1970, Sayı: 11 )


  •  ‎(Yobazlar) Soy soy insanların bir tek Âdem’le Havva dan türediklerine, Âdem’in 1050 yıl yaşadığına, Havva'nın her yıl biri erkek biri kız olmak üzere ikiz evlat doğurduğuna ve bu kardeşleri birbiriyle evlendirdiklerine inanırlar. Bir Sümer masalından çıkan tufan ve Nuh'un gemisi onlarca tarihi bir hakikattir. Hangi Teknik Üniversitesinden mezun olduğu belli olmayan Nuh'un yaptığı o pazarcı kayığına her cins hayvandan birer çiftin girip sığması ve 40 tufan gününde birbirine yemeden uslu uslu oturması da gerçektir vesaire... Şimdi bu kafadaki adamla bir fikir tartışması yapmaktaki trajediyi düşünün. (A.g.m)


  • İslamiyet ırk ve renk tanımazmış. Komünizm de tanımıyor. Amerikan anayasası da tanımıyor ama gerçekte bu fark daima vardır. İslamiyet’in ırk ve renk tanımadığı çağlar bir daha dönmemek üzere geride kalmıştır. Birinci Cihan Savaşında, İslam kardeşlerimiz Araplar'ın İngiliz'lerle birleşerek Türk ordularını nasıl arkadan vurduklarını unutmadık. Bu Arap ihanetinin başında Peygamber soyundan gelen şerifler bulunuyordu ki bunlardan birinin hatıraları Hayat Tarih Mecmuasında tefrika edilmektedir. (A.g.m) .


  • İslamiyet Türkler sayesinde yaşadı ve yükseldi. İslamiyet Türkleri değil, Türkler İslamiyeti yüceltti. Biz İslam olmadan önce de büyüktük. Keramet İslamiyet’te olsaydı her Müslüman millet yükselirdi. Hele tarafımızdan birkaç kere tekrarlandığı gibi İslamiyetten önce büyük devlet olan İran İslam olduktan sonra bugünkü durumuna düşmezdi. (A.g.m)


  • Bilimdeki türlü ilerlemeler geliştikçe kâinatın din kitaplarında yazıldığı gibi altı günde yaratılmadığı, bu oluşumun milyarlarca yüzyılda meydana geldiği, hele insanların 6000 yıl önce yaratılan muhayyel bir Âdem’le hayali bir Havva'dan türemedikleri ispat olunmakta ve ilim artık, kısa ömürlü de olsa canlı hücre yaratacak seviyeye ulaşmış bulunmaktadır.(A.g.m) .


  •  İslam düşüncesinde sömürgecilik vardır. Ülkeler fethetmek, bu ülkeyi haraca bağlamak sömürmekten başka bir şey olmadığı gibi bütün beşeriyet de tek ümmet değildir.(A.g.m)


  • Tanrı, ne din kitaplarının anlattığı gibi insan şeklinde, ne de göklerin bir yerindeki tahtının üzerindedir. Onun nasıl olduğunu, ne olduğunu bilmeye imkân yoktur. Olsaydı din bilginleri asırlar boyunca birbirine girmezdi.(A.g.m)


  • Peygamberin, çevresindeki ahlak bozukluğunu görerek çareler aradığını, tedbir düşünmek için dağlara çekilip insanlardan uzakta yaşadığını ve ta eski Mısır'dan gelerek Yahudiler'e geçen "tek Tanrı" fikrini akıl ve duygusuyla kabul ederek Arap putçuluğuna karşı çıktığını görüp anlamak için yobaz olmaya, bir takım masallara inanmaya, eski Sümer'den ve Mısır'dan gelip Yahudiler aracılığı ile öteki milletlere geçen inançları ilahi hakikat diye kabul etmeye lüzum yoktur. (A.g.m)


  •  Yahudi krallarını peygamber diye Türk milletine telkin ederek milli mefahiri unutturmak suretiyle İsrailiyyatı hayat ve ahlak sistemi diye öne sürmek milli bir cinayettir.(A.g.m)


  • Muhammed'in de peygamber olmadan önce Kureyş putlarına kurban kestiği ve Halife Ömer'in amcazadesi Zeyd'in kendisini bundan menettiği hakkında İbni- İshak'ın siyer parçalarında bir kayıt bulunduğu gibi (bak: İslam Tetkikleri Enstitüsü Dergisi, cilt I. s. 126) Peygamber olduktan sonraki "Garanik" meselesi de bütün İslam âleminde meşhurdur ve tevil olarak "Şeytan, peygamberin içine girerek onun adına öyle konuştu" demek gibi çocukça bir tevile başvurulmuştur. Peki, şeytan bu karganmışlığı yaparken "âlim" (= her şeyi bilen), basir (= her şeyi gören) ve habir (= her şeyden haberi olan) Tanrı ne yapıyordu? Görülüyor ki saçma sapan tevillerle beşeri zaafları örtbas etmeye imkân yoktur.(A.g.m)

    .
    Yedinci yüzyılda ortaya çıkan Müslümanlık, sosyoloji bakımından Araplar'ın millet haline geçme savaşıdır.(İslam Birliği Kuruntusu Ötüken, 17 Nisan 1964, Sayı: 4)

    .
    İslam Birliği ve kardeşliği kuruntudur. Dinin baş unsur, olduğu çağlarda bile gerçekleşmemişti. Bundan sonra, araya bu kadar ihanet ve düşmanlık girdikten sonra asla gerçekleşmeyecektir. Gerçekleşecek olan birlik İslam birliği değil, Adalar Denizinden Altayların ötesine kadar Türk birliği olacaktır. (A.g.m)

    .
    İçki fena ise üzümü neden yarattın? Üzümden içki yapılacağını neden Levh-i Mahfuza yazdın? Son peygamberin arkadaşları namaz kılarken âyetleri yanlış okumasaydı içki yasaklanacak mıydı? Çöldeki Bedevi ile bir kurmay subayın içmesi aynı mıdır? Biri sarhoş olunca her türlü herzeyi söyleyebilir. Öteki sarhoşluğun son merhalesinde bile temkinli ve iradelidir. Küçük bir kızı sevmek günahsa, son peygamber, Ayşe'yi neden sevdi de aldı? (Atsız'ın kendini betimlediği Selim Pusat karakteri, mahkemede peygamber tanıklardan Muhammed ile dalga geçer ve küçük çocukla (Aişe) evlendiği imasında bulunur - Ruh Adam).

    .
    Ben, yabancı kaynaklı hiçbir fikri benimsemeye tenezzül etmeyecek kadar millî şuur ve gurura malik bir Türküm. Siyasî, içtimaî mezhebim Türkçülüktür. (En Sinsi Tehlike)

    .
    Şimdi soralım: Atatürk Türkiye'si, Atatürk milliyetçiliği diye her gün leylek gibi laklak eden çeneler jübilesini yapmak için koskoca Türk tarihinde bula bula sapık düşünceli, hasta ruhlu Yunus Emre’yi mi buldular? (Milletleri Ruhlandırmak - ÖTÜKEN, 1971, Sayı: 10)

    .
    Mesela Cenabı Mevlana'nın, Şemsi Tebrizi ile şu bir türlü izah olunmayan halvet âlemlerinin ilmi ve tasavvufi manasını, bununla beşeriyetin nasıl irşad olunduğunu, Şemsi Tebrizi Hazretlerinin nasıl ve neden kaybolduğunu, şimdi göğün kaçıncı katında ikamet buyurduğunu anlatıp bizi aydınlatsalar meslek-i kavim-i tasavvufa çok büyük bir hizmette bulunmuş olurlar. Bundan başka Cenabı Mevlana'nın Şemsi Tebrizi Hazretlerine, tıpkı sevilen bir kadına hitap eder tarzda şiirler yazmasının hikmetini ve küçük oğlanı mezesiyle birlikte çağırmanın ne demek olduğunu anlatsalar... (Dindar ve Mutaassıp Hacı Bayanın Türklüğe Hakaretleri - ÖTÜKEN, 1969, Sayı: 64)

    .
    İslam beynelmilelciliği davası güdenler de hep milliyetçi olduklarını söylerler. Türkçülük bu türlü eksik ve yanlış milliyetçiliklerin hepsini reddeder. (Türkçülük ve Siyaset - Ötüken, 26 Temmuz 1972)

    Bunlar da yetmediyse, Atsız'ın dinler hakkındaki görüşünü, oğlu Yağmur Atsız'dan dinleyelim:

    "Atsız Müslüman olarak tanımlanamazdı. Onun bu mevzûdaki konumunu bence en iyi ‘lá-dînî’ olarak tavsîf etmek yerinde olur. Evet, ‘Semávî Dinler’le pek başı hoş değildi ama ‘tanrıtanımaz/ateist’ de değildi. Káinátı yaratan bir güce inansa da bu gücün káinátı yaratdıkdan sonra ‘olaylar’a müdáhale etdiğine inanmazdı." (Yağmur Atsız - Atsız'a Dair)

    .
    Atsız'ın hayatının sonuna doğru, herhalde “hidâyete ererek” Müslümanlığa dönüşü palavradır. Bir kere bu, Atsız'ın karakterine aykırıdır. Onu zerre kadar tanıyanlar bilir ki farz-ı muhâl aklından geçmiş bulunsaydı bile sırf “yaklaşan ölümü hissetti de korkup döneklik etti” dedirtmemek için böyle birşey yapmazdı. Bu lakırdıyı tedâvüle sokanlar muhtemelen “Atsız” adını siyâseten sermâye edinmek isteyenlerdir. (Aksiyon - Mart 2008)

    .
    "Dindar bir insan olan ve ara sıra namaz da kılan, fakat bazen Zekeriyâ Sofrası (dileği kabul olan kadının 40 çeşit yemek yaparak onu kadınlarla paylaşması) düzenlediği için Atsız tarafından “örtülü putperestlikle” (!) suçlanan Annem Bedriye Hanım ise zevcinin günaha girdiği tezini savunurdu. Bir yaz günü öğle üzeri sofraya koca bir tabak dolusu iri türbe eriği gelince Atsız bu eriklerden esinlenerek “Erik Yanaklı Allah” sözleriyle Anneme takıldı. Annem telaşla “Nihal, çarpılacaksın!” deyince şu unutamadığım karşılığı verdi: “Allâh"ın hiç işi gücü yok da bir hiç mesâbesinde olan benimle uğraşacak öyle mi? Bana bu kadar değer verecekse ne mutlu bana! O vakit razıyım, varsın çarpsın!” (Aksiyon - Mart 2008)

    Atsız istismarcısı sentezci müptezeller, tüm bunlara karşılık olarak, yine cehalet abidesi olmaktan ödün vermeyeceklerdir. Bunu yaparken de, düşünceleri apaçık ortada olan Atsız'ın sözlerini kanıt olarak sunma gafletine düşeceklerdir. Kendilerine kanıt yaptıkları sözlerin hepsinin de çok erken tarihlerde söylenmiş olması da ayrı bir gülünçlük, onlar içinse utanç sebebidir. Çünkü önemli olan, insanın son düşünceleridir. Bu İslam'da da böyledir; yaşamı boyunca dine aykırı işler yapmış birisi, can verirken şehadet getirirse, o artık Müslüman'dır. Peki Atsız'ın din hakkındaki son görüşleri ne yöndedir?

    Cevabı yukarıda... Tabii okuma konusunda çektiği sıkıntıyla meşhur olan Ülkücüler bunları okur mu, okusalar da anlarlar mı, orasını herhalde Allah(!) bilir.

    Bunun yanı sıra, gerçeklik değeri olmayan, zamanın şartlarına göre politika icabı sarfedilen sözlerin olması da çok doğaldır. Atsız, bugün Türkçü olduğunu iddia edip, buz gibi Arapçılık yapan sahte Türkçülerin kendisi hakkındaki gülünç iddialarını ta o zamanlardan sezmiş olsa gerek ki, Müslüman olmadığı halde, bazı dönemlerde din hakkında olumlu şeyler yazmasının sebebini yine kendisi açıklamış:

    "Komünizme karşı ya milliyetçilikle, yahut dinle durulabilirdi. Bunların ikisini birden kullanmak şüphesiz daha akıllıca olurdu." (Türkçülüğe Karşı Haçlı Seferi ve Çektiklerimiz)

İSLAMİ MÜCADELENİN SEYRİ




İSLAMİ MÜCADELENİN SEYRİ

-İhtilal nasıl oluyor, nasıl olacak?-



Bu iş eski ihtilallerin tekniğinden farklı olarak, eşya ve hadiselerin gereği bizzat hasım güçlerin sürüklediği değişim dalgasının kullanılması şeklinde olacak.

Kemalist Projenin Anadolu’ya hapsettiği Müslümanlar.. Ve Abdulhamid’in bizzat başlattığı İslamî direnişin Seyyid Abdulhakîm Arvasî Hazretleri’nin mayaladığı Büyük Doğu iradesiyle bir sistem ve düzene kavuşturulmaya çalışıldığı yıllar.. Keramet çapında bir“Tarih Muhasebesi” ve oyunu kuralına göre oynamanın eşsiz dehâsı..

Anadolu’dan tamamen sökülüp atılmak istenen Müslüman Türk - ümmetin İslamî iradesi- merkezî vatanını kaybetmemek noktasından hareketle pek doğru bir istikamet şuuruyla“mekânda kurtuluş”u için bizzat Osmanlı Padişah’ının iradesiyle kendisini feda ettiğini bile bile milli mücadeleye desteğini verdi. Seyyid Abdulhakîm Arvasî’nin keskin göz keyfiyetiyle bu fedakârlığın muradı halinde “mekânda kurtuluş”un hedefine ulaştırılması gayesi, Üstad’ın sinesine akıttığı “Dünya”nın “BÜYÜK DOĞU” şeklinde tezahürü ile neticelendi. Milli Mücadele’yi ŞUURLU bir biçimde manalandıran biricik iradenin yanında, iman sezgisiyle isabet kaydeden Müslümanların derece derece tavırları. Keyfiyet farkı şuur ve ruhta olmak üzere İslamî tavır böylece başlamış oldu.

Savaş ertesi Büyük Doğu iradesiyle taşınan su ve yumuşatılmaya çalışılan çorak toprakAnadolu.. Çorak toprak devrin kaskatı şartlarında bin bir güçlükle suya kavuşturuluyor.Said-i Nursî ve Süleyman Tunahan Hazretleri’nin muazzam çabalarıyla, doğrudan İslamsızlaştırmak dalgası kırılıyor. Fakat bedeli çamur deryası, ortalığı sinek ve haşereler sarmıştır. Kazanılan eşsiz mevziîye rağmen Müslümanların eşya ve hadiselerin geliş ve gidişinden habersiz oluşlarından istifadeyle çalınan ve heba edilen emekler ve oluşturulan potansiyelin üzerine çöreklenen nevzuhurlar!...

Kemalist Projenin asıl gayesi olan, doğrudan milletin dönüştürülerek İslamsızlaştırılması temelli projesi, milletin “kalben buğz” baskısıyla püskürtülünce, çok partili hayata geçilmesi yoluyla proje içi bir muhalefet durumuna mahkûm edilmek isteniyor. Biriken İslamî baskının hafifletilmesi ve dejenere edilmesine yol bulmak için çok partili bir siyasî rejimin kabulü, Kemalist Projenin hızlı ve keskin bir dönüşüm hedefini revize ederek, uzun vadeli bir oyunu kabul etmek zorunda kaldığını gösterdiği yıllar. Mekânda kurtuluş iradesini ortaya koyan İslamî mücadelenin Kemalist İrade de açtığı ilk gedik… Fakat henüz pek zayıf. Siyasî partilerin millete yaranmak ihtiyacıyla İslamî renge doğru kıvrıldığı bir süreç yaşanıyor. Büyük Doğu’nun “sistem içi” unsurları “sistem dışı” bir şuurla ele aldığı ve Müslümanları şiddetle uyardığı bu yıllarda İslamî direnişin bütün samimiyetine rağmen bunu anlayamaması, benimseyememesi. Demokrat Parti, Milli Nizam, Milliyetçi Hareket, Doğru Yol ve Anavatan Partileriyle daima CHP şer ocağının yıpratılması çabası sürerken bu arada ince bir telkin dehasıyla ve zaman zaman şiddetli çıkışlarla davasının akacağı kalıbı bulmaya çalıştığı görülüyor.. Ve tüm denemeler eşsiz verimleri bir yana bir türlü öz kalıbını bulamayan bir ruh ve anlayış olarak yaşamaya devam ediyor. Sakıt evlatları, yani bizzat yetiştirdiği evlatları tarafından yalnız bırakılan Büyük Doğu. Parsacı tiplerin gölgesinden kaçarak şahsiyet bulacaklarını zan ettikleri BÜYÜK DOĞU.

Bugün İslamî toplulukların hepsinde ideolojik etkisi görünen ve kendi güdüklükleri açığa çıkmasın diye “edebiyat” çapına indirilmeye çalışılan BÜYÜK DOĞU!..

İşte bu yıllarda, Büyük Doğu Mimarı, İBDA Mimarı ile karşılaşıyor. Büyük Doğu Ruh ve Anlayışı, oluşturduğu potansiyeli mirasyedi zihniyetiyle tarumar etmeye karar vermiş sakıt evlatların tasallutundan kurtulmanın mihrak şahsiyetine kavuşmuş oluyor… Ve “sistem dışı” bir şuuru vermek için sert ve devrinde anlaşılması mümkün olmayan bir telkin aleti olarak “şiddet hareketleri” dönemi… Üç ana misyonu gerçekleştiriyor. Birincisi Büyük Doğu potansiyelini el sürenin başının belaya girdiği pahalı ve el yakan bir miras belirtir duruma getirerek sakıt evlatların Üstad’dan ve Büyük Doğu’dan, Mevlana ve Mesnevisinin muhtevası boşaltılmış “AKİBETİNE” eş bir OYUNCAK çıkarmak hevesleri ellerinden alınıyor. Bu birinci misyon Büyük Doğu “öz”ünün kendi “çevre”sinin istismarına karşı savunulması mahiyetiyle en önemlisi ve her şeye değer. İkincisi ise belki çoğunluğu ile samimi fakat gafil ve muhakkak hain unsurlarıyla İslamî mücadelenin “sistem içi”zihniyetle ilerleyişini , “kendi öz sisteminin şuuruyla” ilerlemek şekline yükseltmenin gerektirdiği acil mücadele ihtiyacı. Bu aciliyet ise İslamî “çevre”nin ezilmesi hesabında olan “hasım”lara karşı savunulması misyonun gereği biliniyor. Zira keskin göz kendisini feda etmek pahasına, hızla 28 ŞUBAT Toslaşmasına doğru ilerleyen kardeşlerinin şaşkın bakışları altında derin darbesini vurmak zorunda kalıyor… Üçüncüsü ise “hasım”odakların İslamî mücadelenin nefesini tümden kesmek hedefli iradesini panik oluşturmak yolu ile psikolojik olarak çökertmek. Nitekim o gün 28 Şubat’ın görünmeyen tam niyetine mukabil sadece balans ayarıyla yetindiğini bugün artık biliyoruz. Birinci ve üçüncü misyonun başarıyla ifa edildiğini görüyoruz. Fakat ikinci misyonun yeni dönemde “şiddet hareketleri” dışında şuurlu bir tercihle devam ettirildiğini görüyoruz.

Devrin şartlarında anlaşılması mümkün olmayan bu sert çıkışa karşılık, zihniyet ve anlayış olarak hazır olunmamasından kaynaklanan samimîlerin şaşkınlığını, kaçış yollarını döşeyerek kullanan zayıflar ve hainler… İslamî mücadelenin acil ihtiyacına nisbetle, kendi öz kadrosunu ehliyet şartlarına henüz ulaştıramamış bu iradenin adeta tek başına lideriyle yürüttüğü bu derin operasyon hala hakkıyla anlaşılabilmiş değil. 28 Şubat ile birlikte yaşanılması mukadder bozgunu en hafif zararlarla atlatmamızı, Üstad’ın, Said-i Nursî’nin, Süleyman Tunahan’ın ve sayısız fedakâr insanların bütün hâsılasını kurtaran, 28 Şubat’ın“bu işi bitirmek” niyetini geri çeviren iradesi… Ve bu iradenin maksadını elde ettikten sonra, yani iş geçtikten sonra istikbale yönelik belirtebileceği tehlikenin bertaraf edilmesi amacıyla “idam”a mahkûm edilerek şehit edilmek istenmesi. YIL 1999. Beklenmedik (!) bir şekilde Abdullah Öcalan’ın Türkiye’ye teslim edilmesiyle “idam” cezasının kaldırılması. Artık Kemalist rejimin maksada hizmet edemeyeceği anlaşılmıştır. Başlatılan yeni dönemin ve yeni oyunun adı Neo-Osmanlıcılık, Yeniden BÜYÜK TÜRKİYE, Genişletilmiş Ortadoğu Projesidir.

Anadolu vatanından Müslüman Türk’ün sökülüp atılması ve Avrasya’ya püskürtülmesi gayesi ile başlatılan saldırının, derdi İslam’ın silinmesi olduğundan bunu vaad eden Kemalist iradeye teslime rıza göstermesi Müslüman Türk milletinin Anadolu’yu yâr etmeyeceğinin anlaşılması sonucunda oldu. Yani Viyana’dan başlayan geri çekilme ve püskürtülme durumumuzun tersine döndüğü “birinci kırılma noktasını” teşkil etti. Batı küfür iradesinin bu rızası sonrasında milli mücadeleyi yapan asıl irade olan İslam iradesi karşısında bu vaadini tam anlamıyla gerçekleştiremeyen Kemalist irade, birinci dönem diktatörlük usûlünü terk etmek zorunda kaldı. Buna “ikinci kırılma” noktası diyoruz. Başlayan çok partili rejim, TC’nin derin yapısını oluşturan Kemalist iradenin muhafaza edilerek, demokrasi görünümüyle İslamî mücadelenin dolaylı yoldan Kemalist sistemi kabul etmesi mantığı ile uygulamaya konuldu. Bu yolla mücadelenin İslamî muhtevadan arındırılması hedeflendi. Fakat izahı yapıldığı şekilde demokratik imkânların İslamî mücadele lehine kullanılması karşısında bugün Ergenekon denilen Kemalist çelik çekirdek parçalanmaya yüz tuttu. Bu durum 28 Şubat balans ayarına varan süreçte açık olarak görüldüğünden, Kemalist çelik çekirdeğin ve rejimin tasfiyesi 28 Şubat süreci sonrası başlatıldı. Artık İslam referanslı içtimai tezahürlere kapıyı aralamış, fakat siyasî hedeflerinden soyulmuş bir rejime yol verildi. Dünya genelinde bir türlü baş edilemeyen ve sürekli mevziî kazanan ve batıyı İslam topraklarından def etmek gayesiyle yükselen İslamî mücadelenin de tetiklemesiyle yeni bir dünya nizamı zorunlu hale geldi.

Yeni Osmanlı... BOP... İslam görünümlü bir Proje!... Bundan 10 yıl öncesine ait bir tespitin tezahürleri... Hedef gevşek federasyon (konfederasyon) şeklinde "demokratik bir düzen"i, Osmanlı sahasına hâkim kılarak, gelişen ve bir türlü önüne geçilemeyen iç ve dış İslamî muhalefetin, "sahte zafer" duygusu yaşatılarak, kendi “öz” hedefinden saptırılması, sömürülmesi ve faydalanılması.

“Üçüncü kırılma” bu oyunu direkt durdurmak yolu ile değil, daha öncekiler gibi kullanmak marifetini sergileyebilmek yolu ile olacak. Daha doğru ifadesiyle kullanmak yoluyla durdurmak noktasında düğümlü bir yolla. Fakat bu aşamanın “kalben buğz”, “dil ile müdahale” aşamasından “elle ile müdahale” aşamasına doğru intikal ettirilebilmesi için “demokratik düzen” muhtevalı yeni düzenin savunucusu İslamî kadrolara, alternatifinin mal edilmesi gerekiyor. Bu mal ediş ne kadar derinleşirse, yeni nizamını kurmak hevesiyle desteğini Müslümanlara sunan küfür iradesinin ters yüz edilmesi o kadar kolaylaşmış olur. Ve “Üçüncü kırılma” muradına erdirilebilir. Daha önceki aşamaların sadece kabul etmemek (muhalif tutumla) bertaraf edilmesi mümkün olduysa bile ki bunu mümkün kılan husus Kemalist iradenin ferdî ve içtimaî alana kadar uzanan İslamsızlaştırma faaliyetlerinin gözle görünür olması ve bu sayede milletin görüş alanına giren İslamsızlaştırmayı red edebiliyor oluşu idi. Hâlbuki bu yeni dönemde batı küfür cephesi, ideolojik ve politik sahada İslamsızlaştırma iradesini korurken, ferdî ve içtimaî sahada bu iddiasından vazgeçmek yolunu tutmuş bulunuyor. Dolayısı ile bu yeni dönemin bertaraf edilebilmesi, “demokratik düzen” ideolojik muhtevasına çeşitli tevil ve tabirlere bağlanmış bulunan İslamî aktörlerin (milleti etkileyen hâlihazırların) “BÜYÜK DOĞU” ideolojik vahidine bağlanarak bu yolla milletin de “demokratik düzen” maskeli tahakküm rejimini red edebilmesini sağlamak.

Bu amaçla bugün inandırılamasa da mümkün olan en yüksek yaygınlıkta milleti etkileyenleri etkilemek anlayışına bağlı olarak hareket edilmesi gerekiyor . Hem de bıkmadan, usanmadan. Bu örtülü tahakküm anlaşılıp daha belirgin hale geldikçe, artık yeni düzenin de referansı haline gelmiş olan İslam’ın sahtesinden gerçeğine, BOP’tan Büyük Doğu’ya doğru etkileyicilerden başlamak üzere lehimize olmak üzere çözüleceği bir bedahat. Fakat bunun mümkün olabilmesi için, “Büyük Doğu”yu temsil eden kadroların öncelikle yeni dönemi iyi kavraması ve buna uygun bir teşkilatlanma içerisine girmesi gerekiyor. Daha önceki dönemin “ideolojik formasyon” eksikliğini kısmen kaldırdığı fakat bu yeni dönemin slogan boyutunda sürdürülemeyeceği anlaşılmalı. Özellikle Büyük Doğu bağlısı kadroların (!) ahlâkta, fikirde ve fiilde doğru temsil edilmesinin, yeni dönemin “hata” kabul etmez şartlarında ne kadar önemli olduğu görülebilmeli.

Büyük Doğu Fikir Ocakları bu şuur ve anlayışa ermiş ve ermek derindeki Müslüman Anadolu Evlatlarını beklemektedir…

Nerdesin diye sorulduğunda sağına soluna bakmadan buradayım demenin müşahhas tezahürünün Ocağımızla hemen irtibata geçmek demek oluşu görülmüyor mu?..

Abdullah Kuloğlu

| Irak sınırında ölen 35 köylü







Pkk terörünü meşru göstermeye çalışan pkk sempatizanlığına teşvik çalışması yapan yavan zihniyetin Antisiyonizm tavrı hayli ilginç..

Pınarcık Katliamı, PKK örgütünün 20 Haziran 1987'de Mardin'in Ömerli ilçesindeki Pınarcık köyünde 16'sı çocuk 30 kişiyi öldürdüğü katliamdır..
PKK militanları 20 Haziran saat 21.30 sularında 16 haneli ve 60 nüfuslu Pınarcık köyüne baskın düzenledi. Sayıları 30'u bulan PKK'lı grup köyü ablukaya aldı. Daha sonra köye yayılan PKK militanları 16'sı çocuk 6'sı kadın 30 kişiyi öldürdü. Muhtara ve koruculara ait olan 8 ev yakıldı. 65 büyükbaş ve küçükbaş hayvan ise telef oldu. PKK'lılar saldırının ardından olay yerine PKK'ya bağlı Kürdistan Ulusal Kurtuluş Ordusu (ARGK) imzalı şu bildiriyi bıraktılar..

Bildiri şöyleydi;
"Kürdistan'a ve Kürtlüğe düşman faşist Türk sömürgeciliğini 5 paralık uşağı ajan milis çetebaşları: Halk kurtuluş kuvvetlerinin kurşunlarından hiçbir güç sizi kurtaramaz. Halka karşı daha fazla suç işlemeden Kürdistan Ulusal Kurtuluş Ordusu'na teslim olun. Halktan af dileyin. Suçlarınızın hesabını verin."
PKK lideri Abdullah Öcalan, eylemin ardından "Öldürelim, otorite olalım." açıklamasını yapmıştı...

Buna bina'en ''kürtleri katleden devlet, kendi halkını bombalayan devlet, devlet katliam yaptı'' gibi müspet ve menf'i provakasyonların arkasına iyi baktığımız zaman, yine pınarcık katliamında olduğu gibi siyonizm maşası pkk örgütünün varlığını göreceğiz ve yandaş yayın organlarını hatta bunların kullanılan liboş kanadını göreceğiz.. şunu söylemekte fayda var, peki kürtlere bunca katliamı yapan pkknın bayrağını bu sözde masum insanların tabutlarına sararak namütenahi olayların akımına sürüklemek doğru mu ? 
Terörü pkk terörünü meşru gösterme gayreti içine giren sözde aydınların maşalık yaptığını söyleyince darılma faslına ve faşizm suçlamasına gittiklerini görüyoruz.. hangi ağızla konuştuklarını anlamak için bakınız pkk yayın organları..! olayı din imân meselesi haline getirende yine şuursuz girift insancıl ama vicdani rahatsızlık duyan kürt aydınlarından veya antisiyonist geçinen Devlet ordu düşmanı şahıslardan başkası olmadığını görüyoruz.. mâzlumun yanında olmak için terörü meşru görmek terörün zâlimliğine piyon olmak mazlumu değil zalimi sevindirmez mi.. sevindirir hatta öyleki yıllarca bunların duygularını sömürmüş siyonism, bunları kukla haline getirmiş ve tâhakküm altına almıştır..

Neyse..Ne diyorduk, bırakalımda birileri siyona piyon olsun sarılsın sahte musaların âsâlarına..! || мλ.osmanlı