29 Kasım 2011 Salı

Masonların Dilinden Masonluk


Mason glasnostunun öncüleri sır veriyormuş gibi yapıyorlar. 
Ser vermek mi? Asla!..




Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası, tarihinde ilk kez medya mensuplarına kapılarını açtı. Mason Büyük Üstadı Sahir Talat Akev ve diğer mason üstadları, gazetecilerin sorularını cevapladı. Localar gezildi, sergiler açıldı.

Mason Büyük Locası'nın 90. kuruluş yıldönümü dolayısıyla başlatılan glasnost hareketinden öğrendiklerimizi sizinle de paylaşmak istedik. Mason temsilciler tarafından bize aktarılanları aktarmanın ilginizi çekeceğini umuyoruz...


Perde aralandı ve mutlak sus­kunluk bozuldu. Masonlar ka­pılarını aralamaya, soruları cevaplamaya, isteyene masonlu­ğu anlatmaya karar verdi. Bu tabi kolay olmadı. Masonlar eskiden açıklama yapmazdı. Demeç vermez, soruları cevaplandırmazlardı. Aleyhlerindeki yazılara bile tekzib gönder­mez, kendilerine göre doğru olanı açıklama gereği duymazlardı. 

Türk masonluk tarihinin son ya­rım asrında basının önüne çıkan üç "Büyük Üstad" olmuştu. Hayrullah Örs, Orhan Alsaç ve Can Arpaç. 27 yılda toplam 6 mülâkat. Gazete ve dergilerde yayınlanan bu röpor­tajlar, masonların açmış olduğu www.mason.org.tr isimli internet sitesinde de yer alıyor.
Şimdi durum değişti. Dünyayı sa­ran 'açıklık' modasına masonlar da uydu. Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası, kuruluşunun 90. yıldö­nümünde gazetecilere kapılarını açtı. 26 Nisan 1999 tarihindeki bu açılış belki sınırlıydı. Masonların gizli sırları­nı açığa çıkarmıyordu. Onların kimse­nin bilmesini istemediği kurallarını açıklamıyordu. Ancak tamamen dışa kapalı bir teşkilat, dış kapısını azıcık da olsa aralıyordu. Çünkü "masonluk" denince ilk alka gelen "gizlilik"ti. Ama artık o kısmen de olsa geride kaldı.

Önemli bir karar vererek "glasnost" yapan masonlar, "gizlilik" ile "kapalılık" kavramlarını birbirinden ayırıyorlar. Büyük Loca'da bizi karşı­layan yüksek dereceli masonlar "açıklığın" artık kaçınılmaz olduğunu ifade ederken, halen "kapalı" bir ce­miyet olduklarını vurgulamadan da edemiyorlar. Gelinen nokta, "Yıllar­dan beri mutlak bir suskunluğu muhafaza etmenin yersiz olduğu­nun hissedilmesiydi."

Mason Glasnostu
"Açıklık" adına bununla da yetinmeyen masonlar, Topkapı Sarayı'nın dış bahçesinde yer alan Aya İrini'de "Doğudan Batıya İnsanlık Köprüsü: Masonluk" isimli bir sergi açarak, önemli bir adım daha atıyorlardı. Masonluk tarihini anlatan bir multivizyon gösterisi ile izleyiciler bilgilendirilirken, masonların kutsallık atfettikleri semboller, kayıtlar, mühürler, yayınlar ve mason giysileri sergileniyordu. 15 günde bir düzenli olarak toplandıkları locaların bir örneğini de yaptırarak sergiye koymuşlardı. Serginin açılışına gelen ünlü komedyen Zeki Alasya, sorular üzerine mason olduğunu söylüyor, bunu gizlemenin artık gereği olmadığını anlatıyordu. İstanbul'da başlayan bu sergi, masonların bulunduğu sekiz ilde de tekrarlanacak. Masonlar yıl boyunca yayınlar, konferans ve panellerle masonluğu anlatmaya devam edecekler.
 
Bu açıklık anlayışı aslında yeni değildi. Yıllar önce kendi aralarında tartışmalar başlamıştı. Tutucu olmayan masonlar açıklıktan yanaydı. Toplantılarda bunu hep dile getirmişler ve sonunda başanlı olmuşlardı.
Açıklık kararının altında yatan sebeplerden biri de artık hiçbir şeyin gizli kalmasına imkan vermeyen teknolojiydi. Kanal 7 televizyonunda yayınlanan gizli çekimler, bir mason ritüelini olduğu gibi gözler önüne seriyordu. Bu çekim, kravat iğnesi şeklinde tasarlanmış bir mini kamera ile yapılmıştı. Gizlilik devam ettiği sürece, meraklıları olmaya da devam edecekti. 

Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Locası Büyük Üstadı Sahir Talat Akev aslında fazla bir sır kalmadığını da söylüyordu: "Batı da herhangi bir kitapçıya gidin, istediğiniz kadar kitap bulabilir, istediğiniz bilgileri elde edersiniz. Bu bakımdan masonluğun büyük bir sırrı kalmamış."

Nur-u Ziya Sokak 
Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası, Beyoğlu'nda, Nur-u Ziya Sokak, 25 numarada... Zaten sokağın ismi de masonlukta yer alan bir tabir. Akev'in fadesi ile "Nur-u Ziya, aydınlığın ışığı demek. Bu da bizim felsefemizle paralel." Burası kısaca, "Türkiye Büyük Locası" olarak da biliniyor. Önce masonluğu anlatmak için hazırlanan multivizyon gösterisini izliyoruz. Ardından Büyük Üstad ve diğer yetkililer sorularımızı cevaplandırıyor.
 
Mason olanlardan isteyen kimliğini açıklıyor, istemeyen açıklamıyor. Ancak kimlerin mason olduğu hakkında da asla ve kat'a bilgi vermiyorlar. Mason Büyük Üstadı Sahir Talat Akev, konuşmasında bunu özellikle vurguluyor:

"Bizler, mason kimliğimizi gizleyen kişiler değiliz. Ancak hiçbir kardeşimizi de kimliğini açıklamaya mecbur etmeyiz. Mason olup olmadığını söylemek kendi hakkıdır. Bu itibarla herhangi bir kişinin Mason olup olmadığı hususunda bana soru tevcih etmemenizi rica ederim." 

Fakat sohbetin ilerleyen kısmında Akev, üyelerine yaptıkları çağrıyı açıklıyor: "Eğer bir probleminiz yoksa, söyleyin. Çünkü kendi çevremizde de mason olduğumuz bilinirse bundan masonluk kazanır."

Gizliliğin İlk Perdesi 
Masonlar dışa kapalı oldukları için geçmişten günümüze hep ilgi odağı olmuşlar. Şimdi başkalarının onları anlatması yerine, onlar kendilerini anlatacaklar. Mason Büyük Üstadı Akev, "Biz başka dillerden birkaç eser tercüme etsek masonluğu anlatmış oluruz. Fakat bizim ulusal bünyemize uyan müesseseler de var. Onun için kitapları dış kaynaklara başvurmakla birlikte kendimiz kaleme alacağız" diyor.
 
Akev, açıklığa rağmen mason derneğinin "kapalı" olma özelliğini koruduğunu belirterek şunları söylüyor: "Gizlilik ve kapalılık iki ayrı şeydir. Mason derneği, bütün bu açılmaya rağmen yine kapalıdır. Çünkü herkes ona üye olamaz. Bazı konuları herkesin önünde konuşmak istemeyebiliriz. Örneğin bir adayın teklifi hakkında yapılan soruşturma gibi..."
 
26 Nisan 1999 günü, restorasyonu yeni bitirilen 5 katlı binanın sadece giriş kısmı açıldı basına. Üst katlara çıkışı önlemek için merdiven başına ve asansör girişine görevliler konulmuştu. Önce Büyük Üstad Sahir Talat Akev'le tanıştık. Ardından onun yardımcılarından gazeteci Yaşar Aysev ve Avukat Ahmet Erman'la... Ahmet Bey aileden mason. Babası Ceza Hukuku Profesörü Sahir Erman da masonların ileri gelenlerinden. Ahmet Erman, 31 yıldır teşkilatın içinde.

Evrenin Ulu Mimarı
Tanıştığım masonlar arasında ünlü bir sanatçı da vardı. Modern Folk Üçlüsü'nden tanıdığımız, aynı zamanda diş hekimi olan Doç. Dr. Ahmet Kurtaran... Kurtaran, masonluğun ilk şartının bir yaratıcıya inanmak olduğunu söylüyor. Ateleri aralarına almıyorlar. Hürriyet kavramı daha sonra geliyor. Türkiye'de masonlar ikiye ayrılmış durumda. 111'ler grubu denen Mason Mahfili, "hürriyet" kavramını "yaratıcı" inancının önünde tutuyor. Büyük Loca, İskoç kökenli... 111'ler ise Fransız kökenli... Masonların yaratıcıya verdikleri isim: "Evrenin Ulu Mimarı." Ahmet Kurtaran, "Biz Allah'ın varlığını kayıtsız ve koşulsuz kabul eden masonlarız. Bizim için Allah'ı reddetmiş olmak, mason olmamakla eşdeğer" diyor ve şunları ilave ediyor: "Geleneksel masonluk tanrı inancını şart koşan bir akımdır. Fransız akımı ise ateistlerin de mason olabileceğini kabul etti ve bizden ayrıldı."
 
Masonlar, din kavramı ile yaratıcı kavramını birbirinden ayrı tutuyor. "Allah" inancını kabul edip, dini reddeden "agnostik"leri aralarına kabul ediyorlar. Budistler veya Zebur'a inananları da...

Yemin
Masonlukta üyeliğe kabul için, "yaratıcıyı kabul"den sonra ikinci şart, "18 yaşım bitirmiş, esir veya özürlü olmayan, er kişi olmak." Yani gençler, sakatlar ve kadınlar mason olamıyor. Kıyamet de burada kopuyor zaten.
 
Masonluğa alınacak kişi hakkında, görevlendirilen 3 mason sıkı bir güvenlik soruşturması yapıyor. Ahlakî ve kültürel durumu tetkik ediliyor. Kriter, "masonluğu anlayabilecek kapasitede olması." Soruşturma sonucu locada açıklandıktan sonra oylama yapılıyor, uygun görülürse üyeliğe kabul ediliyor. 

Üyeliğe kabul edilen kişi şu yemini ederek mason oluyor: "Ben Evrenin Ulu Mimarı'nın huzurunda ve burada toplanmış bulunan masonların önünde kendi isteğimle şeref ve namusum üzerine yemin ederim ki, yurduma ve aileme bağlı kalacağım. Onlar için elimden gelen hiçbir şeyi esirgemeyeceğim. Cahillik ve taassuba karşı savaşacağım. Hak ve adaletten yana olacağım. Başkasının hakkını kendiminki gibi koruyacağım. Kardeşlerimin yardımına koşacağım, insanların mutluluğuna çalışacağım. Bana emanet edilen bütün sırları saklı tutacağım. Türkiye Büyük Locası'nı Türk masonluğunda tek ve en büyük otorite olarak tanıyacağım. Onun yasalarına bağlı kalacağım. Evrenin Ulu Mimarı, masonlar önünde etmiş olduğum bu büyük yeminimi yerine getirmede bana yardımcı olsun."
 
Masonluğa girdikten sonraki ilk aşama çıraklık, ardından kalfalık ve ustalık (üstadlık) dereceleri geliyor. Avrupa'da duvarcı ustaların kurduğu masonluk, aralarında duvarcı ustası kalmadığı halde bu geleneği devam ettiriyor.
 
Masonluğa resmî üyelik, Dernekler Kanunu kuralları içerisinde yapılıyor. Zaten büyük locanın isminin sonunda da bir dernek kelimesi var: Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası Derneği. Mason Derneği'ne üye olanlar bakanlığın onayından geçiyor. Resmiyette dernek şeklinde teşkilatlanan masonların kendi aralarında kendine özgü başka bir teşkilat bağı var.

Masonluğun Doğuşu
Mason kelimesi "duvarcı" anlamına geliyor. Masonlar resmî tarihle­rini 300 yıl öncesinden başlatıyorlar. Avrupa kıtasını dolaşıp, derebeylerin şatolarını yapan musevi duvarcı us­taları, ilk kez İngiltere'de kurdukları loca etrafında toplanıyorlar. Kendile­ri için de Kudüs'te Musevilerce kut­sal sayılan ünlü Hazreti Süleyman Tapınağı'nın mimarı Hiram Usta'yı önder
seçiyorlar. Osmanlı'daki Ahi teşkilatı veya şimdiki işçi sendikaları­nın bir benzerini oluşturuyorlar. An­cak kulüp hayatını çok seven, göste­riş ve asalet meraklısı İngilizler za­manla bu localara "şeref üyesi" ola­rak giriyor ve "centilmen masonlar" adını alıyor. Masonluk, kendine öz­gü sembolleri ve gizlilik kurallarıyla yaygınlaşınca, her ülkedeki locaların üst otoritesi olarak "Büyük Loca'lar kuruluyor. Büyük localar, Türkiye'de olduğu gibi "Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası" ismini taşı­yor. Hür kelimesi dönemin Avru­pa'sında serbest dolaşım hakkı bulu­nan duvarcı ustalarını, "kabul edil­miş" tabiri ise centilmenleri temsil ediyor. Ancak günümüz masonları­nın neredeyse tamamı centilmenler­den oluştuğu halde duvarcı ustaları­nın sembolleri ve kuralları hükmünü sürdürmeye devam ediyor.

Masonlukta 33 dereceli yükselme grafiği, kişinin kabiliyetine göre 13 yıl­da da alınabiliyor, 33 yılda da... Mese­la Doç. Dr. Ahmet Kurtaran, mason­luğa 17 yıl önce girmesine rağmen, dereceleri hızla tırmanarak kısa süre­de 33. dereceyi geçip loca başkanlığı­na gelmiş. "Üstad-ı muhteremler" arasındaki yerini almış ama 17 yıldır 3. derecede olan masonlar da var. Mason Büyük Üstadı Sahir Talat Akev, her bir derecenin sembolleri ve eğitimi olduğunu söylüyor. Sosyal ve kültürel konular çıraklık seviyesinde konuşuluyor. Bir adayın kabul edilip edilmemesi gibi idari meseleler üstad derecesindeki masonlar arasında tartı­şılıyor. Her derecenin bir "ritüeli" yani çalışma kılavuzu var.

Kadınlar Mason Olamıyor
Masonlar amaçlarını "mükemmele ulaşmak" olarak tanımlıyor. Peki ama tümüyle kadınlara kapalı bir organizasyon nasıl mükemmel olabilir? Bunun cevabını doğrusu hiçbir mason veremiyor. Mason Büyük Üstadı Akev, "Masonluğun kuralı bu. Değiştirebilecek durumda değiliz. Belki bir gün dünya masonluğu değiştirirse, elbetteki biz de ona uyarız" diyor. Acaba bu kural, "kadınlar sır tutamaz" gerekçesine mi dayamyor? Buna da mizahi bir cevap geliyor: "Biz buraya mükemmel olmaya geliyoruz. Kadınlar zaten mükemmel..."
 
Fakat günümüz dünyasında hemen her alanda görev alan hanımlar masonluğa da el atmış bulunuyorlar. İngiltere'de bazı localara kadınları da üyeliğe kabul ediyor. Altı yıl önce Türkiye'de de kadınlar için "Özgür Kadınlar Mason Büyük Locası" isimli bir loca kuruldu.
Masonlar mükemmel olmayı hedefliyorlar ama mükemmelliğin tekellerinde olmadığını da vurguluyorlar. Mason Büyük Üstadı Akev, "Biz kendi kendimizi ve kardeşlerimizi yetiştirmeye çalışıyoruz ama 'önlüksüz mason' dediğimiz kişiler var. Bir masonun bütün vasıflarına sahip mükemmel bir insandır; yiliğin timsalidir, ama mason değildir" diyor. Peki mason olanla olmayan arasındaki fark nerede? Akev, "Fark, belki de o mükemmelliğe sahip olmayan kişilerin masonlukta o mükemmelliğe doğru sevkedilmeleridir" diyor.
 
Neden Anlaşılmıyor?
Masonların büyük üstadları 2 yıllığına seçiliyor. İkinci kez seçilme şansları da var. Önceki dönemin Büyük Üstad'ı Tunç Timurkan. Timurkan, masonluğun masonlarca bile öyle kolay anlaşılamadığını vurguluyor. İki saat boyunca masonların ileri gelenlerine sorular yönelten gazeteciler, anlayamadıkları ve anlatılmayan tek şeyin masonluk olduğunu ısrarla söyleyince cevap Tunç Timurkan'dan geliyor:
"Sizin 2 saat içinde anlayamadığınız masonluk felsefesini bizler 30 senede zor anladık. Hatta pek çoğumuzun anladığından da şüpheliyim; ben de dahil olmak üzere... Masonluğu anlamak 2 saat içinde mümkün olmaz. 2 senede de mümkün olmaz. Size burada söyleyebileceğimiz şeyler şunlar: Bizdeki 33 derecenin her biri, bir felsefeyi öğrenmek için kullanılan basamaklardır ama birinci dereceden 33. dereceye kadar 30 küsür sene sürüyor. Bunların hepsini kısa bir müddet içerisinde anlatma olanağı yok. Şunu söyleyebiliriz: Biz hepimiz iyi mükemmel bir insan olma yolunda bir takım adımlar atıyoruz. Bunun neresine kadar geldiğimizin hesabını en sonunda vereceğiz."

Ya Politika?
Masonlar politikayla ilgili. Zaten 1960'lı yıllarda AP Genel Başkanı Süleyman Demirel'in masonluğu ile ilgili tartışmalar sonucu ikiye ayrılmışlar. Büyük Loca'dan ayrılan bir grup, "Mason Mahfili"ni kurmuş. Büyük Loca'ya bağlı 12 bin civarında üye varken, Mahfil'e bağlı masonların sayısı 3 bin civarında. Özgür Mason Mahfili, merkezin kapı numarasından dolayı 111'ler olarak da anılıyor. Dünyada masonların sayısı 4,5 milyon civarında. Türkiye Büyük Locası dünyadaki 100 büyük loca tarafından tanınıyor.
 
Süleyman Demirel, Mesut Yılmaz ve diğer bazı politikacılara yapılan "mason" suçlamaları, masonluğa heves eden politikacıların azalmasına sebep olmuş. Mason Büyük Üstadı Akev, "Son zamanlarda politikacımız azaldı. Ümit ederim ki kendimizi tanıttıktan ve imajımızı yeniledikten sonra bu sayı artar. Çünkü politikacılar bu ülkeye hizmet eden kimselerdir. Masonlar politikacı olursa, bizce iyi ahlak sahibi olacaklarından memlekete de hayırlı insanlar olur" diyor.
 
Sorular üzerine, TBMM'de masonların bulunduğu, ancak sayılarının fazla olmadığı söyleniyor. Masonlar arasında Fazilet Partili kimse bulunmadığı da ilave ediliyor. Üyelerin çoğunluğu doktor, avukat ve emekli memurlardan oluşuyor. Mason Büyük Üstadı Sahir Talat Akev de bir avukat.

Sorular, Sorular
Sahir Talat Akev, Türkiye'nin 8 büyük şehrinde l60 locaları, 12 bin üyeleri olduğunu söylüyor. Üç ilkeleri var: Kardeşlik, eşitlik, özgürlük. Birbirlerine "Kardeş" diye hitabediyorlar. Masonluğu, "gerçekleri arayan ve felsefesi olan bir teşkilat" olarak tarif ediyorlar. Akev, masonluğu tarif için felsefi bir cümle kullanıyor: "Masonluk, hayatın normal akışına göre birbirinden ayrı olması gerekenleri birleştiren, ayrılıkları yok etmeye çalışan bir topluluktur." Masonluğun bunda başarılı olduğunu da vurguluyor. Masonluğun bundan başka "gizli" bir kudreti olmadığının da altını çiziyor. Böyle düşünenler olursa onların da "hayallerinin kurbanı" olduğunu söylüyor.
Peki birbirleri arasındaki yardımlaşma ve dayanışma hangi boyutlarda? Mesela bir ihaleye giren masona "kardeş"i ne derecede yardım ediyor ya da bir sınava giren adaylardan mason olana öncelik veriliyor mu? Buna şöyle bir cevap geliyor: "Rakibiyle bütün şartlar eşitse, o durumda kardeşini tercih edebilir."
Bu konu sadece Türkiye'de değil Avrupa ülkelerinde de tartışılıyor. İngiltere İçişleri Bakanlığı, polis ve hakimlik mesleğindeki masonlara baktıkları davalar sırasında kimliklerini açıklama mecburiyeti getirdi. Taraflardan biri mason ise onu destekleyip, taraflı karar vermesin diye... İtalya'da ise P2 skandalından sonra hakimlerin mason olması yasaklandı. Buna tepki gösteren masonlar Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne başvurdu.



Mabed Yahut Localar
Sıra loca ziyaretlerine geldiğinde heyecanlanıyoruz. Masonların yıllar yılı 15 günde bir düzenli olarak toplandıkları ve hep gizli tutulan bu "mabed"leri dışarıdan ilk kez biz gezeceğiz. Merak ettiğimiz kadar da var doğrusu. Ortaçağda büyük anlam taşıyan sembol ve 
silahlar, 21. yüzyıla girerken, masonlar için ilham kaynağı olmaya ve saygı görmeye devam ediyor.
Locanın kapısında açılıp kapanan küçük bir pencere var. Anladığım kadarıyla gelenler önce kontrol edilip, sonra içeri alınıyor. Kapıdan girince tam karşıda loca başkanının oturduğu bir masa. Masanın üstünde sağ tarafta hakimlerin kullandığı türden bir çekiç, sol yanında ise otoriteyi temsil eden bir kılıç asılı. Üstad masasının iki yanında Roma tarzı iki sütun yükseliyor. Masanın arka kısmındaki duvarda bir göz resmi, sağ tarafında güneş, solunda ise ay resimleri yer alıyor.
Locayı gezerken bir konçerto sesi yükseliyor. Mozart'tan bir parça. Toplantılarını Mozart ve Haydn'in müzikleri eşliğinde yaptıklarını söylüyorlar. Çünkü ikisi de mason. Localarda kiliseye benzer bir oturma düzeni var. Salonun iki tarafında üç sıra halinde koltuklar yer alıyor. Ön sırada ustalar, orta sırada kalfalar, arka sırada çıraklar oturuyor. Çıraklıktan ustalığa ulaşmak uzun yıllar alabiliyor. Locada düzeni sağlayan yetkililer için özel oturma yerleri de var.

Ortadaki konuşma kürsüsünde ise üç dinin kutsal kitaplarının mealleri yer alıyor. Kur'an, İncil ve Tevrat'ın Türkçe çevirileri. Masonluğa yeni giren kişi, hangi dine inanıyorsa o dinin kitabının tercemesine el basarak yemin ediyor.

Osmanlı Büyük Locası
Sahir Talat Akev'in anlattığına göre masonlukta iki ayrı teşekkül yan yana yaşıyor. Bunlardan biri, Büyük Loca; ikincisi Yüksek Şûra. Masonluğa giren bir kişi, inşaat işçileri gibi önce Çırak, Kalfa ve Usta (veya Üstad) derecelerini alıyor. Bundan sonra felsefî dereceler başlıyor. Bu dereceler de 33'e kadar çıkıyor. Büyük Loca, ilk üç derecedeki masonları kontrol ve organize ediyor. Felsefî dereceleri ise Yüksek Şûra veriyor.
 
Diğer ülkelerde önce localar, sonra yüksek şura kurulduğu halde, Osmanlı'da tam tersi olmuş. Yabancı localara üye olan Osmanlılar, bir loca kurmak yerine 1861 yılında "Şura'yı Ali-i Osmani" ismiyle yüksek şûrayı kurmuşlar. Ancak ömrü bir yılla sınırlı kalmış. Aynı şey ikinci kez, Meşrutiyet'ten sonra 1909 yılında tekrarlanmış ve Yüksek Şura yeniden kurulmuş. O da 1 Ağustos 1909 tarihinde "Meşrık-ı Azam-ı Osmani" isimli büyük locayı kurmuş. Büyük locanın ilk "Meşrık-ı Azam"ı yani büyük üstadı ise daha sonra sadrazamlık da yapan Talat Paşa, o zamanki ismiyle "Mehmet Talat Sait" olmuş.

Ünlü Masonlar
Masonların verdiği listede geçmişin ünlü simaları var. Ancak günümüzden hiçbir isim yok. Türkiye'nin önde gelen masonları arasında bir padişah (5. Murad), iki şehzade (Kemalettin ve Nurettin Efendiler), 2 şeyhülislam (Musa Kazım ve Hayri Efendi), üç sadrazam (Koca
Mustafa Reşit Paşa, Keçecizade Fuat Paşa ve Mithat Paşa) var. İttihat ve Terakki'nin önde gelen üç lideri, Sadrazam Talat Paşa, Bahriye Nazırı Cemal Paşa ve Maliye Nazırı Cavit Bey de mason.
 
Masonların politikanın içinden verdikleri son isim Adnan Menderes döneminde Başbakanlık Müsteşarı olan Ahmet Salih Korur. 1960'lardan bu yana büyük üstadlar dışındaki masonların ismi gizli tutuluyor. Glasnost başlatarak sır vermeye başlayan masonlar ser vermek niyetinde değiller ama listelerinde göreceğiniz gibi, yazar, şair, sanatkâr ve askerlerden de bazı ünlü isimler var. Diğer ülkelerdeki ünlü masonlar konusuna ise girmedik.
 

Uykuya Dalmak
Mustafa Kemal, 1935 yılında tüm derneklerle birlikte Mason localarını da kapattı. Masonlar kapatılmayı, "uykuya dalmak" olarak tanımlıyor. 13 yıl uykuda kalmışlar. Eski mason üstadlarından Mim Kemal Öke'yi çağıran İsmet İnönü, mason teşkilatının yeniden kurulmasına 1948 yılında izin vermiş.
 
Masonlar "gerek duymaları halinde" masonluktan istifa edebiliyorlar. Ancak bu masonluktan ayrılmak anlamına gelmiyor. İstifa, "Uykuya dalmak" şeklinde ifade ediliyor. Ayrılmış olan mason isterse (kabul edilmesi durumunda) yeniden teşkilata dönebiliyor. Bu şekilde uykuda olanlar arasında bazı gazetelerimizde başyazarlık yapan kalemler de var.

Masonlar, localarda dinî ve siyasî tartışma yasağı olduğunu söylüyorlar. Ancak geçmişte bu böyle olmamış. Büyük Üstad Akev, "İttihad ve Terakki zamanında masonlar politikanın içindeydiler. İttihad ve Terakki iktidardan düştükten sonra Hürriyet ve İtilaf Partisi'nde de masonlar vardı." diyor. Hatta masonlar ünlü Babıâli Baskını'nda da görev almışlar. Ancak Akev, "Bu kural değil. Bizim masonluk anlayışımıza göre, biz localarımızda günlük politikayı konuşmayız. Hepimizin bir siyasi görüşü var. Aramızda politika konuşuruz. Seversek politika da yaparız. Ancak localarımızda siyasi tartışma yapmayız." diyor.
 
Masonlar, roteryenlerle bir irtibatları olmadığını da belirtiyorlar. Mason Büyük Üstadı Akev, roteryenlerle hiçbir organik bağları olmadığını söyleyip, birçok üyelerinin aynı zamanda roteryen olduğunu ilave ediyor.
 
Uluslararası ilişkilere gelince; Mason Büyük Üstadı Akev, "Büyük Localar tamamen bağımsızdır. Masonlukta uluslararası ilişkiler, devletle devlet arasındaki gibidir. Hiçbir obediyanttan emir ve telkin almazlar ama fikir alışverişinde bulunurlar" diyor.

Ali İhsan Gülcü
Gazeteci-Yazar

27 Kasım 2011 Pazar

Fransa Kralı'na O Meşhur Ferman ve Barbaros'un Fransa Seferi





16. yüzyıl Avrupa coğrafyasında büyük bir çekişme yaşanmaktaydı. İtalya, İspanya, Avusturya, Almanya, Hollanda ve Macaristan gibi ülkelerden oluşan İspanya (Kutsal Roma-Cermen) İmparatorluğu'nun Avrupa'daki en büyük iki rakibi olarak Fransa ve İngiltere boy göstermekte idi.

Fransa "Yenilmez Armada" diye nitelendirilen "İspanyol Donanması"nın saldırılarıyla baş edemiyordu. 24 Şubat 1525'te Fransa Kralı Fransuva'nın Kuzey İtalya'da Pavia Muharebesi'nde İspanyollar'a yenilerek esir düşmesi üzerine Fransa Kralı tek çare olarak İspanya'nın en büyük düşmanı olan Osmanlı Devleti'nden acil yardım talep etti.



Fransa'nın yardım çağrısına olumlu cevap veren Kanuni Sultan Süleyman'ın 1526 yılında Fransa Kralı Fransuva'ya gönderdiği ferman, Osmanlı'nın büyüklük ve ihtişamını da göz kamaştırıcı bir biçimde ortaya koymaktaydı.





İşte O Meşhur Ferman

Ben ki,
Sultanlar Sultanı..
Hakanlar Hakanı..
Hükümdarlara taç veren..
Allah'ın yeryüzündeki gölgesi..
Akdeniz'in ve Karadeniz'in ve Rumeli'nin
ve Anadolu'nun ve Azerbaycan'ın
ve Şam'ın ve Halep'in ve Mısır'ın
ve Mekke ve Medine'nin ve Kudüs'ün
ve Bütün Arap diyarının ve Yemen'in
ve Nice memleketlerin Sultanı ve Padişahı..
Sultan Bayezid Han Oğlu,
Sultan Selim Han Oğlu,
Sultan Süleyman Han'ım!
Sen ki Fransa vilayetinin Kralı Fransuva'sın.

Hükümdarların sığındığı kapıma elçinizle mektup gönderip, ülkenizi düşman istila edip, şu anda hapiste olduğunuzu bildirip, kurtuluşunuz konusunda bizden yardım talep ediyorsunuz. Söylediğiniz her şey dünyayı idare eden tahtımızın ayaklarına arz olunmuştur. Her şeyden haberdar oldum. Yenilmek ve hapsolunmak hayret edilecek bir şey değildir. Gönlünüzü hoş tutup üzülmeyesiniz. Böyle bir durumda atalarımız düşmanları mağlup etmek ve ülkeler fethetmek için seferden geri kalmamışlardır. Biz de atalarımızın yolundayız ve daima memleketler ve alınmaz kaleler fetheylemekteyiz. Gece gündüz daima atımız eyerlenmiş ve kılıcımız belimizde kuşatılmıştır. Yüce Allah hayırlara bağışlasın. Allah'ın istediği ne ise olur. Bundan başka haberleri, gönderdiğiniz adamınızdan öğrenesiniz.. Böyle biliniz.






150 Gemi ve 30.000 Mürettebatlık
Osmanlı Donanması Fransa'da



Osmanlı Donanması Ayyıldızlı Bayrakların Dalgalandığı Fransa'nın Nice Şehri'nde


İspanya İmparatorluğu'nun Avrupa'daki en büyük iki rakibinden biri olan Fransa, baş edemediği İspanyol donanma kuvvetlerine karşı Osmanlı Devleti'nden yardım talep edince Padişah tarafından bu işle görevlendirilen Barbaros Hayreddin Paşa toplam mürettebatı 30.000'i bulan 150 gemilik dev bir filo ile 20 Temmuz 1543'de Fransa'nın Marsilya Limanı'na girdi. Limanda hazır bulunan devlet erkânı ve binlerce Fransız yardıma gelen Türk Filosu'nu görkemli törenlerle karşıladılar.

Tarikata ve Tasavvufa Girmek / Mehmed Şevket Eygi







Tarikata ve tasavvufa girmek farz ve şart değildir

Nakşîlik, Kadirîlik, Şâzelîlik, Halvetîlik, Rufaîlik gibi tasavvuf tarikatları Allah'ın velileri tarafından kurulmuştur. Bu tarikatların hepsi de, sağlam ve kopuksuz silsilelerle Allah'ın Resûlüne (Salat ve selâm olsun O'na) ulaşır.

Bu tarikatlar Kur'ân'a,Sünnete, Şeriata uygundur.

Bir Müslümana, şu veya bu tarikata bağlanmak, onun mensubu olmak vacib değildir. Mü'min kul tarikatsız da ebedî saadete nail olur, Cennet'e girer inşaallah.

Tarikatın hizmetleri ve faideleri şunlardır:

1. İmanın taklitten tahkike geçmesine vesile olur.

2. Başta namaz olmak üzere ibadetlerin daha şuurlu, daha huşû ve hudû ile dosdoğru eda edilmesine hizmet eder.

3. Kulu Yüce Yaratan'ı hem dille hem de kalp ile zikr etmeye teşvik eder.

4. Kur'ân'ı imam, rehber, düstur olarak kabul ettirir.

5. Kulun, Resulullah'ın Sünnetine yapışmasını sağlar.

6. Allah'ın yap dediklerini yaptırır, yapma dediklerinden alıkoyar.

7. İnsanın en büyük düşmanı olan nefs-i emmâreyi zincirler ve zararını ya büsbütün yahut büyük ölçüde azaltır.

8. Çok aldatıcı, çok oyalayıcı, çok gaflete düşürücü, çok zarar ve ziyan verici dünyanın tuzaklarına düşmekten korur.

9. Kişinin ahlâkını güzelleştirir, faziletlerini arttırır.

10. İnsî ve cinnî şeytanların hile ve iğvalarından korur,

11. Yüce Allah'ın rızasını kazandırır.

12. Hâce-i Kâinat Resûl-i Kibriya aleyhi ekmelüttahiyyat efendimizin şefaatine nail olma saadetini kazandırır.

13. Allah'a iyi bir kul olmaya yol açar.

14. İnsanı "ölmeden önce öl" makamına yükseltir ve böylece ölümün dehşetini azaltır.

Tasavvufun ve tarikatın saymakla bitmeyecek faydaları ve hizmetleri vardır. Yukarıda saydıklarım ders alana yeter.

Tarikat çok faydalıdır ama bir nasip meselesidir. İlle de bir tarikata girmek gerekmez. Mü'min bir kul, sahih bir imanla ve salih amellerle de ebedî saadetini biiznillah ve inşaallah kurtarır ve Cennet'e -Allah'ın lütfu ile- girer. Bu saadete nail olmak için de ilmihal dediğimiz temel din bilgisi kitaplarında yazılı olan emirleri yerine getirmek, yasaklarından kaçınmak, öğütleri tutmak, uyarıları dikkate almak gerekir.

Zamanımızda bazı bid'atçiler tarikatları ve tasavvufu şirk ve küfür olarak görmekte, sûfî Müslümanları kâfir ve müşrik ilan etmektedir. Böyle bir şey, hiç şüphe yoktur ki, büyük bir aşırılık ve azgınlıktır. Dilleriyle mü'min kardeşlerine eza veren, iman sahiplerini küfürle suçladıkları için kendileri kâfir olan o kimselere Huda-i Müteal hazretleri akıl, fikir, adalet, insaf, denge ve tevbe nasip etsin.

Tarikat ve tasavvuf denilince şu hususlar hiç hatırdan çıkartılmamalıdır:

1.Şeriata aykırı ne tasavvuf olur, ne tarikat.

2. Tarikatin esası sahih itikattır.

3. İslâm'ın zahirine, şeriata uymayan şeyhler şeyh değil, müteşeyyihtir, yani şeyh taslağıdır.

4. Ben yakîn derecesine çıktım, benden namaz oruç farzı sakıt oldu (düştü) diyenler kâfir olur.

5. Gerçek şeyh örnek ve model Müslümandır, Efendimizin vekili, vârisi, halifesidir.

6. Gerçek şeyh, kâmil mürşid mükemmel ve mükemmil bir zattır. Yani hem kendisi olgundur, kemale ermiştir, hem de kendisine bağlananı olgunlaştırır, ona kemal kazandırır.

7. Gerçek şeyh, kâmil mürşid muhiblerinden ve dervişlerinden para toplamaz, onları kaz gibi yolmaz, inek gibi sağmaz.

Tasavvuf, tarikat, gerçek şeyh, gerçek mürşid-i kâmil bu millet için çok büyük nimetlerdir.

Bize intisab nasip olmasa da, onlara saygı duyalım, onlara hüsn-i zan ve hayır dua edelim.

Tasavvufa, tarikata, gerçek şeyh ve mürşidlere, gerçek dervişlere hakaret etmek, onları şirk ve küfürle itham etmek çok büyük bir fitnedir.

Fitnecilerden uzak duralım. Tartışırken onların seviyesine inmeyelim.

Onlar "Tarikat evliyası evliyauşşeytandır" diyerek şeytana hizmet ediyorlar.

İnsî ve cinnî şeyâtînden Yüce Allah'a sığınırız.

FATİH SULTAN MEHMET'İN AYASOFYA VAKFİYESİ

FATİH SULTAN MEHMET'İN AYASOFYA VAKFİYESİ

“İşte bu benim Ayasofya Vakfiyem, dolayısıyla kim bu Ayasofya’yı camiye dönüştüren vakfiyemi değiştirirse, bir maddesini tebdil ederse onu iptal veya tedile koşarsa, fasit veya fasık bir teville veya herhangi bir dalavereyle Ayasofya Camisi’nin vakıf hükmünü yürürlükten kaldırmaya kastederlerse, aslını değiştirir, füruuna itiraz eder ve bunları yapanlara yol gösterirlerse ve hatta yardım ederlerse ve kanunsuz olarak onda tasarruf yapmaya kalkarlar, camilikten çıkarırlar ve sahte evrak düzenleyerek, mütevellilik hakkı gibi şeyler ister yahut onu kendi batıl defterlerine kaydederler veya yalandan kendi hesaplarına geçirirlerse ifade ediyorum ki huzurunuzda, en büyük haram işlemiş ve günahları kazanmış olurlar.

Bu sebeple, bu vakfiyeyi kim değiştirirse,
ALLAH’ın, Peygamber’in, meleklerin, bütün yöneticilerin ve dahi bütün Müslümanların ebediyen LANETİ ONUN VE ONLARIN ÜZERİNE OLSUN, azapları hafiflemesin onların, haşr gününde yüzlerine bakılmasın.

Kim bunları işittikten sonra hala bu değiştirme işine devam ederse, günahı onu değiştirene ait olacaktır.

ALLAH’ın azabı onlaradır.

ALLAH işitendir, bilendir.





FATIH SULTAN MEHMET HAN
1 Haziran 1453





O’nun vasiyet namesindeki şu bedduayi hatirlamak acaba bizi bir uyanış ve silkenişe kavuşturabilir mi?:

” Benim bu camimi, camilikten çıkaranlar, ALLAH’ın (c.c), meleklerin ve bütün müslümanların lanetine uğrasınlar!.. Onlar, hiçbir zaman hafiflemeyen bir azap içinde bulunsunlar!.. Yüzlerine bakan ve kendilerine şefaat eden hiçbir kimse bulunmasın!..”






Aya Sofya Camisini kim kapadı !!!!!


MÜZAKERELER ATATÜRK İLE YAPILDI


Ayasofya'nın Kapatılmasını ABD İstemiş


Niçin ve nasıl kapandığı uzun yıllardır tartışılan Ayasofya Camii ile ilgili çarpıcı bilgiler... Ayasofya Camii, ABD Dışişleri Bakanlığı ve Ankara’daki Amerikan Elçiliği’nin aktif destek verdiği müzakereler sonucunda kapatılmış.

Ayasofya Camii’nin, ABD Dışişleri Bakanlığı ve Ankara’daki Amerikan Elçiliği’nin aktif destek verdiği müzakereler sonucunda kapatıldığı ortaya çıktı. Amerika Bizans Enstitüsü’nün kurucusu Amerikalı arkeolog Thomas Whittemore ile Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk arasında, ABD Dışişleri Bakanlığı ve Ankara’daki Amerikan Elçiliği’nin aktif destek verdiği müzakereler yürütüldüğü ve söz konusu müzakerelerin sonucunda Ayasofya’nın cami olarak kapatıldığı ve müze olarak açıldığı bildirildi.

Bu şok bilgiler, Pera Müzesi tarafından yayınlanan, “Bir Anıt, İki Anıtsal Kişilik Theodoros Methokites’den Thomas Whittemore’a Kariye” adlı kitabında yer aldı. Pera Müzesi, Suna ve ve İnan Kıraç Vakfı tarafından işletiliyor ve Koç Holding tarafından destekleniyor.
Natalia Teteriatnikov tarafından kaleme alınan “Thomas Whittemore, Amerika Bizans Enstitüsü ve Kariye” makale, “Bir Anıt, İki Anıtsal Kişilik Theodoros Methokites’den Thomas Whittemore’a Kariye” kitabında yer aldı.

Müzakereler Atatür ile yapıldı ve müzakerelerin sonucunda emir verdi......kapatıslın !!!

Natalia Teteriatnikov, söz konusu makalede Ayasofya’nın kapatılma sürecini şöyle anlattı:
“Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa’da bilimsel çevrelerden destek gören Bizans Enstitüsü 1930’da özel bir vakıf olarak kurulmuştu. Bu sıfatla, İstanbul’daki Bizans anıtlarının restorasyon ve korunması için gerekli mali sorumlulukları üstlendi. Enstitünün ilk ve tek müdürü olan Thomas Whittemore, 1950’deki ölümüne kadar İstanbul’daki anıtların konservasyonundan sorumluydu.

Ayasofya, Bizans Enstitüsü’nün kanatları altına aldığı ilk anıttı. Gelgelelim, çalışmalara başlamadan önce Cumhurbaşkanı Kemal Atatürk ile Thomas Whittemore arasında, ABD Dışişleri Bakanlığı ve Ankara’daki Amerikan Elçiliği’nin aktif destek verdiği müzakereler yürütüldü. Bu müzakerelerin sonucunda Ayasofya cami olarak kapatıldı ve müze olarak açıldı. Büyük bölümü 2. Dünya Savaşı’nın patlak vermesinden önce yürütülen konservasyon projesinin kendisi, savaş sırasında ve sonrasında devam ederek yirmi yıldan uzun süre devam etti.



“KİLİSELERİN KURTULMASI, TANRI'NIN İSTEĞİYMİŞ!”

Amerika Bizans Enstitüsü’nün kurucusu Thomas Whittemore, Robert ve Mildred Bliss’a yazdığı mektupta şöyle diyordu:
Türk Hükümeti geçen yıl Studios Kilisesi (Yedikule semtinde, bugünkü adı İlyas Bey Camii olan manastır ve kilise), Pammakaristos (Fatih Çarşamba semtinde, bugünkü adı Fethiye Camii olan kilise, yapının bir bölümü cami, bir bölümü de müze olarak kullanılmaktadır) ve Khora’yı (Kariye Camii) ulusal anıt ilan etti. Rus Devrimi’nin en karanlık günlerinde, Moskova’da Grezinski Bojyameter ve Steve Nikola, Leningrad’da Aziz İshak ve Kazan katedrallerine din karşıtı propaganda sergileri için el konulduğunda, dostlarım, biz ceza köşesinde beklerken bu kiliselerin bu yolla kurtulmasına ve korunmasının Tanrı’nın isteği olduğunu söylerlerdi. Öyleyse, bu yapıların sonunda Türkler tarafından değerlendirildiğini görmek tatmin edici bir durum. Bizans Enstitüsü’nün, Türk Hükümeti’nin İstanbul’da kalan Bizans kiliselerinin korunmasından sorumlu olduğu yönündeki uyarısına verilmiş bir karşılıktır bu. Geçenlerde yeni kurulan Eski Eserler ve Anıtları Koruma Heyeti’nde bana tanınan yer, Türkiye’de bana her zamankinden daha sağlam bir nüfuz pozisyonu sağlıyor.




1930 ile 1935 yılları arasında restorasyon çalışmaları nedeniyle halka kapatılan Ayasofya’da Mustafa Kemal Atatürk’ün emriyle bir dizi çalışmalar yapıldı. Bu çalışmalar arasında çeşitli restorasyonlar, kubbenin demir kuşak ile çevrilmesi ve mozayiklerin ortaya çıkarılıp temizlenmesi sayılabilir.

Ayasofya Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün emri üzerine, Bakanlar Kurulu’nun 24 Kasım 1934 tarih ve 7/1589 sayılı kararıyla müzeye çevrilmiştir. 1 Şubat 1935’te ziyarete açılan müzeyi Atatürk 6 şubat 1935 tarihinde ziyaret etmiştir.



[Tesla/Hagia Sophia]
["Türkiye". Museums of the World 1: 690, 691, 692, 693, 694, 695. (2008). Ed. Nikolaus Himmler, Ruth Lochar, Hildegard Toma. 04 Mart 2010 tarihinde erişilmiştir.]
[ Ayasofya-Müzeler Rehberi, H. Veli Yenisoğancı, L. Suat Kongaz, Ali Kılıçkaya, Saadet Barutçu, Süleyman Eskalen, Müjgan Harmankaya, Nilay Yılmaz, Tahsin Aydoğmuş, Ozan Sağdıç, Ankara, ISBN 975-387-042-6]
[Hagia Sophia]



ABD, BUNUN İÇİN BÜTÇE AYIRMIŞ

Whittemore Ayasofya ile Kariye’nin konservasyonu sırasında ABD Dışişleri Bakanlığı’nın bir görevlisi olarak çalıştı ve halkla ilişkiler, tanıtım, sergi ve yayınlarla ilgilendi. Tek kişilik gösteri yapan biriydi:
Mali kaynak sağlayıcı, ayrıca personel, teçhizat ve levazım yöneticisiydi. Memleketi Amerika Birleşik Devleti’nde dostları ve destekçileri arasında para topluyor, yılın sıcak aylarını İstanbul’da, soğuk aylarını ülkesinde geçiriyordu. Uzun süredir arkadaşı ve mali destekçisi olan Bay ve Bayan Bliss, Dumbarton Oaaks’ın tesislerini Bizans Enstitüsü’nde genel merkez olarak sundular ve Whittemore’a mali kaynak bulma kampanyalarında yardım ettiler.

Sözgelimi, Bayan Bliss, Bayan Tobin Clark’a yazdığı bir mektupta, İstanbul’daki Bizans anıtlarının önemini ve Amerikan toplumunun neden Whittemore’un projelerini desteklemesi gerektiğini açıklıyordu. Karşılık olarak Bayan Clark zaten parasal katkıda bulunduğunu yazıyor ve Bayan Bliss’e mali kaynak bulması için başka topluluklara yazmasını tavsiye ediyordu. Bu mektuplar, Whittemore’un 1940’ta Ayasofya’nın konservasyonuna ayrılan bütçesinin 20 bin dolar olduğu, bunun 3 bin dolarını Bay ve Bayan Bliss’in verdiğini ortaya koyuyor. Bay ve Bayan Bliss’in, Dumbarton Oaks’u Harvard Üniversitesi’ne devrettikleri ve arkeoloji dalını aktif olarak destekledikleri dönemdi bu. 2. Dünya Savaşı’nın Avrupa’yı karanlığa sürüklemeye başladığı bir sırada, toplumu mozaiklerin ve güvenliğinin önemi konusunda uyarmış, İstanbul’daki anıtların da tehlikede olduğunu gündeme getirmişlerdir.”



"Allah'ın mescidlerinde o'nun adının anılmasına engel olan ve onların harap olmasına çalışandan daha zalim kim vardır! Aslında bunların oralara ancak korkarak girmeleri gerekir. Başka türlü girmeye hakları yoktur. Bunlar için dünyada rezillik, ahirette de büyük azap vardır."

(BAKARA SÜRESİ / 114.Ayet)

10 Kasım 2011 Perşembe

Zincirler Kırılsın, Ayasofya Camii Açılsın !

Büyük Doğu Fikir Ocakları'ndan Açıklama

Yıllardır, olmak ile ölmek arasında bırakılan Türkiye, bu hamle karşısında tarihin Anadolu topraklarında biriktirdiği manadan beslenen haysiyetli ve bütünü ihtiva eden iç ve dış siyaset ile ya olacak, ya da “yurtta sulh, cihanda sulh” korkaklığına devam ederek ölüme sürüklenecektir.

23 Aralık 2011 Cuma 21:27
Büyük Doğu Fikir Ocakları'ndan Açıklama
Ermeni Tasarısı'na Karşı Hamle : AYASOFYA Açılsın!

Fransa Meclisi tarafından oylanarak kabul edilen Ermeni Yasa Tasarısı'nın üzerine çeşitli sivil toplum örgütlerince bir kısım açıklamalarda bulunulmuş, hadise karşısındaki müşterek hissin çeşitli alternatifler üzerinden tecelli ettiği bu beyanatlarda bir takım teklifler sunulmuştur.

Hemen hepsi parça hükmünde kalan bu teklifleri peşinen kabul etmekle birlikte, Büyük Doğu Fikir Ocakları olarak toplumun genelinde oluşan bu müşterek hissin, küfür kutbu karşısındaki nisbet noktasını oluşturacak ve bütünü gözetici iş ve hamlelere tahvilini mümkün kılacak siyasetin gerektiğine inanıyoruz.

Bu gerekliliğin ilk hamlesi olarak, evveliyatla yaşanan hadisenin kabuğundan sıyrılarak özüne nüfuz etme ve küfür kutbunun muradını kuşatıcı stratejiye sahip olma zarureti içinde olduğumuzu idrak etmemiz gerekmektedir.

Bu manada, Yahudi güdümündeki Batı'nın yıllardır Ermeni Soykırımı üzerinden Türkiye'yi hapsetmeye çalıştığı berzah siyasetinin ilk bölümü bu gün yasalaşan tasarı ile tamamlanarak yeni bir döneme girmiştir.

Dünya üzerindeki hakimiyetini, Yahudi merkezli kendi batıl kutbu içinde meydana getirdiği sahte nisbetler etrafında örülmüş algılar üzerinden tesis eden Batı, yeni dönemde, Mavi Marmara baskını başta olmak üzere İslam coğrafyasında meydana gelen sosyal ve siyasi hareketlenmeler sebebiyle geliştirmeye çalıştığı planlarının “kader sırrı” karşısında suya düştüğünü anlamış , başta Akdeniz'e kıyısı bulunan ülkeler olmak üzere bütün İslam coğrafyasını yeni bir siyasi algı üzerinden hakimiyeti altında tutma gayreti içine girmiştir.

Sekreteryasını İsrail'in yaptığı ve Fransa üzerinden tatbike konulan bu plan, bir yönü ile Türkiye'nin Avrupa ülkeleri nezdinde tecrit edilmesi, diğer yönüyle de Akdeniz Birliği hamlesi içerisinde etkisiz ve bağımlı bir Türkiye portesinin çizilmesine dair atılan Yahudi hamlesidir. Bu hamle, sosyal ve siyasi alanda nisbet olma vasfını kaybetmeye başlayan Batı'nın, gelişen ve değişen Dünya karşısında yeniden “ölçü benim” ve bütün hadiseler benim koyduğum ölçülere ve kurallara göre gelişecektir mesajıdır.

Yıllardır, olmak ile ölmek arasında bırakılan Türkiye, bu hamle karşısında tarihin Anadolu topraklarında biriktirdiği manadan beslenen haysiyetli ve bütünü ihtiva eden iç ve dış siyaset ile ya olacak, ya da “yurtta sulh, cihanda sulh” korkaklığına devam ederek ölüme sürüklenecektir.

OL'mak yolunda izlenebilecek haysiyetli yol Büyük Doğu, yapılacak onurlu hamle ise, batıcılar eliyle gaspedilen Ayasofya'nın tekrar Müslümanların ibadetine açılmasıdır.

Başbakan Erdoğan Beyefendi'nin sadece bir kararname ile halli mümkün Ayasofya Meseles'ini çözdükten sonra, bütün devlet erkânı ve milletiyle birlikte kılacağı CUMA NAMAZI'nda "Müslüman Anadolu Bahar"ını BÜYÜK DOĞU markasıyla mühürlemesi ve bu kapsamında tüm müslüman memleketler ile sömürülen diğer mazlûm milletlerin haklarının savunulacağını açıklaması yerinde olacaktır. Zira bu hamle Başbakan'ın şahsında yükselen ve tarihî misyonuna vurgu yapan dış ve iç yakıştırmaların bir gerçek olduğunu ispatlayacaktır.
Beyefendiyi ve milletimizi bu gerçeğe davet ediyoruz. Tüm mukaddesatçı ve idealist sivil toplum kuruluşlarını da bu kapsamda bu gerçeğin ruhunda birliğe çağrıyoruz.


Büyük Doğu Fikir Ocakları

Yönetim Kurulu



Beklediğimiz İnkılâp ( Derin ve Gerçek Mü'minde Akıl ) / İdeolocya Örgüsü

GERÇEK VE DERİN MÜ’MİNDE AKIL

  • Derin ve gerçek mü’minde akıl, aklın son haddine mahsus şartlar içindedir: Daire nasıl başladığı noktada biterse, akıl da nihayet «mutlak» dan hiçbir şey anlıyamıyacağını anladığı yerde nihayete erer.
  • Aklı temsil eden Melek, Kâinatın Efendisini «Sidretül – Müntehâ» ya kadar taşıyabildi; ve orada «Bir adım daha ileriye geçemem, geçersem yanar, kül olurum!», dedi. «Ya buradan ileriye nasıl geçilir?» sualine de «Aşkla!» cevabını verdi. Böylece derin ve gerçek müminde akıl, kendi nezaret sahasının son hudut taşı görünen noktadan bütün kâinata bakıcı ve ona göre hakları teslim ve kendi hakkını tahsil edici âzamî bir paya mâliktir; ve bu âzamî paydır ki, aklın bazı hususlarda asgarî derecesini kabul ettirir. İşte, bütün nükte buradadır.
  • Derin ve gerçek müminde akıl, hürriyeti hakikate esaret diye bilir. Hakikate esir olduktan sonradır ki, insan, gerçek ve büyük hürriyetin ne olduğunu anlar. Yoksa mücerred ve münhasır, hürriyet için hürriyet ve onun aklı, eşeklerin hürriyeti ve aklıdır.
  • İşte, derin ve gerçek müminde ilâhî nimetlerin en zenginlerinden biri olan akıl; Şer’î isimlendirilişiyle selim akıl, Şeriatı yegâne ve mutlak hakikat mîzanı sayar ve bu mutlak mîzanı ayrıca mîzana çekmek kudretini nefsinde görmez.
  • Gerçek ve derin müminde akıl, yine kendi hükmünü kendisi vermiş olarak, hakikate karşı silâh makamında kullanılacak mutlak tefahhus âleti değil, hakikate tâbi olunduktan sonra onun elinden bahşiş olarak alınmış, feyzine bu tâbiyetle ermiş ve ancak hakikate mahkûmiyet neticesinde onun serbest bıraktığı bütün kâinat plânında hâkimiyete geçmiş bir vasıtadır. Selim aklın o kadar zor olan tarifi ise yalnız bundan ibarettir.
  • Derin ve gerçek müminde akıl şudur: Nâmütenahî ve esrarlı bir ruh feyziyle imana gelen, aklının dudaklarını kilitleyen, başını boynundan itibaren kesen ve topyekûn teslim olan adama, bu teslimiyetinden sonra iade ettikleri gerçek kafa ve büyük akıl... Derin ve gerçek müminde akıl için usul, yalnız bu kadardır.
  • Gerçek ve derin müminde akıl için usulün aklî ölçüsü «Allah ve Resulüne esir olan, hakikat ve hürriyete ulaşır!» düsturudur; ve akıl projektörünün önünde Peygamberler, o ışığın ulaşamadığı yerdedir. Allaha gelince, hiçbir şeyin ulaşamadığı yersizlik yerinde... Bu, hakikatlerin hakikatini gören de mutlak nurun önünde, atom çekirdeği gibi çatlayan ve kendi kendisini tahrip etmekten başka çare bulamıyan aklın ta kendisidir. Ve işte aklın birdenbire asgarîye dönen âzamî payı...
  • Akıl hakkında en güzel hükmü, hükümlerin en güzellerini getirmiş olan tasavvuf plânı vermiştir: «Bu iş ne akılla olur, ne de akılsız...» Akıl, kendisi olmadığı vakit hiçbir şey yapılamıyacak olan, kendisini her şey zannettiği vakit de hemen sıfıra inen ve ebedî felâkete köprü dayayan, en büyük ilâhî nimetle en korkunç hüsran vesilesi arasında, bir bakıma harikalar harikası, bir bakıma da aşağının aşağısı bir vasıtacılıktan başka bir şey değildir. Bu vasıta, ayağını iman bukağısına taktığı andan itibaren, nimet ve kurtuluş vasıtalarının sultanı oluverir.
  • Bu iş ne akılla olur, ne de akılsız... Binaenaleyh, anlama aleti olan akıl, yine bizzat kendisini anlamak şartiyle, anlıyamadığını anlıyarak selim akla yükselir. Evet, her şey, akılla anlaşılmak işidir; anlamanın esası da anlamadığını anlamak ve Allahın sınırına baş eğmektir. Anlamadığını yine akıl anlıyacaktır. Peygamberlerden sonra dünyada en büyük baş Hazret-i Ebu Bekr’in ölçüsü: «İdrakin aczini idrak etmektir ki, idraktir» ...
  • Aklın hududu üzerindeki, bu inceler incesi hikmeti, Garp felsefesi, nihayet 20 nci asırda filozof Bergson’u yetiştirerek yine akılla tesbit etti. Filozof Bergson’a «Sen aklı tahrip ettin» diyen akılcılara karşı cevap şudur: «Demek ki, aklın nihaî hamlesi ve en geniş nezaret ufku, kendi hiçliğini kavramak ve kendi kendisini tahrip etmekmiş!...» Garp, İslâmiyetin getirdiği bu ezelî hakikate, binlerce yıldır, sendeleye sendeleye henüz bugün varmış gibidir. Sadece varmış gibidir, zira aslî nasipten mahrumdur.
  • Gerçek ve derin müminde akıl, Şeriate tam teslimiyetten sonra onun serbest bıraktığı bütün kâinat plânında en ileri hâkimiyet ve istiklâlle eşya ve hâdiseleri köküne kadar tefahhusa; ve insan hayatını en olgun seviyesine çıkarmak için gereken nizamı lif lif, çizgi çizgi ve nokta nokta örgüleştirmeye memurdur. Bu da, gerçek ve derin müminin dünya görüşünü belirtirken her şubesiyle bütün hayat ve cemiyet plânını kucaklar mikyasta en müşahhas kadrolar içinde ifadelendirilmeye muhtaçtır. En hassas inceliklerinden biri de şu noktadır ki, gerçek ve derin mümin, ne ham ve kaba softa gibi akıldan korkar ve onun hakikî faaliyetine set çeker, ne de reformacılar ve havaî ve nefsanî tefsirciler gibi her şeyi akla bağlamaya kalkar; sadece hududu dikkatle tâyin eder ve akla mahsus cevelân sahalarında âzamî hak ve hürriyet payına mâlik olarak hareket eder. Bu takdirde de akıl, dinin en sâdık ve faydalı bir hizmetçisi olur ve dinin emrinde dilediği hayat sistemini inşa eder. Gerçek ve derin müminin aklı işte bu akıldır. Şeriata köle, cihana sultan akıl...
  • Derin ve gerçek müminde tasavvuf, «Dışı ve içiyle İslâm» bahsinde dokunduğumuz gibi, dinin ve kendisinin bütün ruhudur.
  • Derin ve gerçek mümin, olanca dâvaları ve gayeleriyle girift ve ebedî insanı, girift ve ebedî oluş muammasını yalnız tasavvufta bulur; ve onu kâinatın topyekûn hesabını veren biricik dünya görüşü kaynağı telâkki eder.
  • Derin ve gerçek müminde tasavvufun iki cephesi vardır: Biri, nihaî insan memuriyet ve mârifetinin, derinliğine doğru, fert ve iç hayat plânında en mahrem rejimi: öbürü de, bu rejimin, genişliğine doğru cemiyet ve dış hayat plânında akisleri, ilhamları, kıymet hükümleri ve bunlardan doğan dünya görüşü...
  • İnsanı bütün hilkat sırrına ulaştıran, derinliğine doğru fert ve iç hayat plânına bağlı üstün mârifet sahası, yani tasavvufun merkezi, dinin, ismine velî dediğimiz büyük oldurucu ve kurtarıcıları elinde en hususî kadrosunu belirttiği için, cemiyet sınırları ötesinde müstakil ve münzevi bir âlemdir. Bu âlem insan kitlelerinin ve kitle hayatının üstündedir; oraya, etrafına hiçbir iz yaymamış bir noktadan, tıpkı toprak altındaki periler sarayına girilir gibi münferit ve münzevi gölgeler halinde kayılır; ve orada, tek ve muazzam vâkıa olarak tek ve mücerred insan oluşunun sırları ve usulleriyle yüz yüze gelinir. Bu, insanı kendi üstüne çıkaran ve ölmezliğe erdiren ulvî ve bu selin doğurduğu içtimaî dâvaların dışındadır.
  • Fakat gaye, keyfiyet ölçüsiyle olduğu kadar kemmiyet ölçüsiyle de topyekûn insanı kurtarmak ve onun kurduğu cemiyeti ana kurtuluş merkezinin etrafında inşa etmek olunca, derin ve gerçek müminde tasavvufun içtimaî fayda zaviyesinden en amelî cephesi, genişliğine doğru inkişaf eden sahadır; yani nakışlarında aslî marifet merkezinin akislerini, ilhamlarını, kıymet ölçülerini taşıyan büyük insan kitlelerine mahsus geniş hayat plânı... Tek kelimeyle, şu kaskatı ve kaba hayat! Bütün dâva, şu kaskatı ve kaba hayatı, insan oluşunun gizli sarayına ve o sarayın en mahrem oluş hücresine yol veren büyük ve amelî bir avlu içinde kadroloştırabilmekte... İcabında o avluda kaybolup gizli fert iklimlerine dolacak istidatları, dâvanın bu cephesi cemiyetçi mütefekkirin işi olmayarak geniş kitle ve günlük yaşayış çerçevesi içinde en üstün dünya görüşüne kavuşturabilmekte... Böylece ferde ait büyük ve mahrem oluşun insan yığınları çerçevesinde başlangıç hayatını yaşatabilmek ve bu hayata mahsus bütün gaye kutuplarını müstakil olarak tesislendirmek borcu, derin ve gerçek müminde, tasavvufun ikinci, fakat amelî noktadan en hassas ve mühim cephesi olarak meydana çıkıyor.
  • Bu aziz borcun kefilleri de şâmil ve küllî şeriat dairesinin içinde tasavvuf ve onun içinde de tâbi ve münkad akıldır.
  • Gerçek ve derin mümin, tasavvufu Peygamberler Peygamberinin sonsuz bir nur okyanusu halinde bâtını diye tanır. Şeriat O’nun zâhiri; akıl da, kendi verâsındaki Peygamberlik tavrının mutlak hakikatine esir olduktan sonra gerçek idrake eren ve artık o zâhir ve bâtın plânına uygun olmak şartiyle her türlü arayıcılık ve buluculuk işine memur olan hizmetçi... Şeriat, tasavvuf ve akıldan ibaret bu üç kutup arasındaki âhenge eremeyen, derin ve gerçek mü’minden anlaşılacak mânaya uzaktır.
  • Tasavvufun genişliğine hayat plânındaki baş ilhamında, eşya ve hadiseleri daima öteleriyle tefsir ve en üstün illiyetleriyle tefahhus emri vardır. Tasavvuf ruhuna mâlik, derin ve gerçek mü’min gözünde dünya, her zerresiyle ilâhî hikmeti besteleyen ve Allah’tan başka her şeyin fenaya mahkûm olduğunu terennüm eden bir senfonya tertibinden ibarettir. Dünya, gerçek varlıktan üzerine iplik gibi tek bir istidat ve ihtimal ışığı düşmüş öyle bir hiçlik plânıdır ki, bütün insanlık, muazzam bir hevenk şeklinde o incecik ipliğe yapışıp sonsuz kurtuluşa çıkabilir. Bu bakımdan başlıca hak, ötelere ve perde gerisindeki âleme mahsustur. Bu yüzdendir ki, âhiretin hakkı, dünya içinden tahsil edilir; ve yeryüzündeki her eser, su üzerine parmakla yazılmış mevhum satırlardan ibaret bulunduğu halde, bu satırları durmadan yazmak, vasıta-gaye telâkkisiyle borçların en azizi olarak tahakkuk eder.
  • Kâinatın yüzü suyu hürmetine yaratıldığı Gaye - İnsan ve Ufuk – Peygamber «Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya, hemen ölecekmiş gibi âhirete çalış!» emrini verirken, işte bu nâmütenahî derin ve girift hikmeti, zâhir ölçülerinin en kolay ve amelî ifadesi içindeheykelleştiriyordu. Ne çare ki, tasavvufun yalnız posasını yiyen sahte sofî, bu emirdeki dünya borcunu anlamaz ve marifeti dünyaya topyekûn arkasını dönmek diye görür; şeriatın kışrının kışrında kalan ham ve kaba softa da, her şeyin âhiret gayesini ezbere tekrarlarken, dünyayı, şeriatta mevcut olmayan bir darlık ve havasızlık içine almaya çalışır. ݺte, tasavvufla şeriatın hâlis verimlerinden mahrum ve tarih boyunca neler yaptığı ve ne tesirler bıraktığı malûm iki tipin tecelli şekli ve mânası!
  • Dünyayı dünya ve âhireti âhiret olarak, Allah tarafından biçilmiş en doğru sınırları içinde ele
alan ve haklarını ona göre veren büyük tasavvuf zincirinin altun kolunda (Silsile-i Zeheb), en
büyük Sahabî Hazret-i Ebubekir’den başlayarak, Şahı Nakşıbend, Ubeydullah Ahrâr, İmam-ı
Rabbanî, Mevlânâ Halid gibi kutupların kutupları bulunduğunu ve bu kutupların ruh rejimini
bilenler, içi yalnız Allaha bağlı insanın içtimaî fayda plânında en hareketli faaliyetlere nasıl
büründüğünü ve hattâ bürünmeye mecbur olduğunu bilirler. Bu gerçek kahramanlarının
tâbirine göre böyle insanların sırrı ve bâtını Hakla (Allahla), zâhirleri de halkla (dünyayla) dır.
Şeriat dairesinin içinde tam ve hakikî tasavvuf anlayışı da sadece budur.
  • Büyük marifet yolunun gerçek kahramanları lisanında, içiçe olarak, Şeriat – tarikat diye
ifadelendirilen oluş kademeleri ve Allahta fâni olmak diye hulâsalandırılan dâva, tasavvufun
genişliğine cemiyet plânına tatbikî işinde, yine içiçe, Şeriat – tasavvuf ruhu ve tâbi akıl
esaslarına bağlanacak; Allahta fâni olmak hikmetinin içtimaî hayata aksediş tarzı da, en üstün
dünya görüşünde ve bu dünya görüşünün içtimaî hüviyeti ve nizamı içinde, yani cemiyette
fâni olmak diye tezahür edecektir. Bu da, ferdî mârifete mukabil onun ilk ve yetiştirici zemini
olarak, içtimaî mârifet olacaktır.

Üstad Necip Fazıl'ın "Dedektif X Bir" mahlasıyla Büyük Doğu Dergisinde kaleme aldığı bir yazı:

Allahsız

1 — Güya münevver geçinen, fakat ayağını nereye bastığı ve yüzünü ne tarafa çevirdiği belli olmıyan, kokmaz, bulaşmaz bir zümre vardır ki, Birinci Cumhur Reisi hakkında şöyle düşünür: «Onun İslâmiyete hiçbir zararı olmamıştır! Belki de, kaba taassubu yok etmek bakımından dine faydası dokunmuştur! Ne imana, ne ibadete, ne de herhangi bir dini esasa el sürmüş değildir!» Böyleleri, benzerleri ve benzerlerinin benzerleri arasında, Birinci Cumhur Reisini rahmetle ananlar, ona Mevlit okutturanlar bile vardır.

2 — Halbuki Birinci Cumhur Reisi, herhangi bir temenniye «İnşaallah...» duasını katan insan için «Bak, Allahtan bekliyor, Allaha inanıyor!» diye mukabele edecek ve Kâinatın Mefhari hakkında «Donsuz Bedevi!» hakaretini savuracak kadar Allah ve Resulünün düşmanıydı.

3 — Bize her şeyden evvel düşen borç, kıymet hükmümüzü izhara lüzum bile görmeden, ukdelerin ukdesi ve bütün tarihi görüş inkılâbının düğüm noktası olan Birinci Cumhur Reisi mevzuunda, sadece ilmî ve (Akademik) hüccetlerle onun din, İslâmiyet ve Peygambere karşı vaziyetini tesbit etmek ve hiç olmazsa «Dine ne yaptı?» sözüne sarf imkânı bırakmamaktır. Renkler, siyahla beyaz halinde belli olsun da, mücadele ona göre dürüst ve namuskârane cereyan etsin; fakat, mevzuları bir türlü çerçeveliyememekte en feci idrak belâsı olan renkleri birbirine karıştırma zaafının önüne geçilmiş olsun...

4 — Bütün icraatı, baştan başa en keskin din ve şeriat düşmanlığını billûrlaştıran Birinci Cumhur Reisinin bu mevzuda izhar edilmiş (net) ve (ideolojik) sözleri ve görüşleri büyük bir yekûn teşkil etmediği ve bilinmediği için, icraatı sözden daha büyük bir fikir tecellisi diye alacak herhangi bir irfan zümresinin de eksikliği yüzünden, Birinci Cumhur Reisi hakkında «Canım, İslamiyete ne yaptı? Allaha ve Peygambere inanmadığı nereden malûm?» gibi bir demagocyaya muhatap bulunabilmektedir.

5 — Şimdi bizim yapacağımız, din ve imanı yok etmek için 15 yıllık icraatı dağ gibi yükselen ve bütün bir «lisan-ı hal» ile her şeyi söyliyen Birinci Cumhur Reisinin bu icraata esas teşkil edici kanaat ve sözlerini, üzerinde münakaşa edilmez şekilde vesikalara bağlamak ve onun bu cephesini artık inhiraf kabul etmez bir vuzuhla tesbit etmektir. Böylece, dine en küçük bir temayül ve sevgi içinde, Birinci Cumhur Reisini müdafaaya imkân kalmamalıdır. Müdafaacıları, cephelerini apaçık göstermeğe mahkûm şekilde, Birinci Cumhur Reisi dostluğiyle Allah ve Peygamber düşmanlığını bir arada temsile mecbur tutulmalıdır.

6 — Bu hususta tek, kafi ve riyazi hüccet, Birinci Cumhur Reisinin bizzat yazdığı, devlet işlerini bırakarak mevsimlerce meşgul olduğu ve 1931 yılında Maarif Vekâleti armasiyle devlete mal ve tabettirdiği meşhur tarihtir. Bu tarih onun bütün ruh (portre) sini ve dünya görüşünü hulâsa eder. İşte bu tarihin daha ilk sahifelerinde, Birinci Cumhur Reisinin zekâdan başka (idealist) hiçbir kıymete inanmadığı ve bütün ruh ve mavera âlemini insanlarca uydurulmuş birer masal saydığı hemen belli olur:«Bundan, tabiatı anlamakta zekâmı en büyük cevher ve müessir olduğu anlaşılıyor ki, tabiatın fevkinde ve haricindeki bütün mefhumların, insan dimağı için kendi tarafından uydurma şeylerden başka bir şey olmadığı meydana çıkar.»Cilt 1, sahife 2, satır 35 ilâ 39.

7 — Birinci Cumhur Reisi, sadece umumi mânada bir «Allahsız» değil, ruhunda en küçük (idealist) havaya pay bırakmıyan koyu ve sert bir (materyalist) tir. Bu bakımdan, belki de (Karl Marks) ve (Lenin) i aşacak bir istidatta, kaba maddeden başka bir hedef tanımaz:«Her halde hayatın, herhangi bir tabiat harici âmilin müdahalesi olmaksızın, dünya üzerinde tabii, zaruri bir kimya ve fizik seyri neticesi olduğunu kabul etmek lazımdır.»Cilt 1. sahife 5. satır 10 ilâ 17.

8 — Umumi mânadaki bu ruh seciyesinden sonra Birinci Cumhur Reisi, pek, ama pek hususî mânada tam bir İslâmiyet düşmanıdır:«Mekkeliler Arapları kendi mabetlerine çekebilmek için Arap yarımadasının muhtelif yerlerinde mabut tanılan 360 putu Kabede yerleştirmişlerdi. Kabenin kutsiyetini Yahudi ananelerine de raptetmişlerdi. Bu uydurmalara göre İbrahim, karısı Hacer ile oğlu İsmail'i buraya getirmişti.Bunların hepsi, bittabi, sonradan uydurulmuş masallardır.»Cilt 2, sahife 85, satır 19 ilâ 27.

9 — Birinci Cumhur Reisinin bütün hayat, fikir ve hamlelerine hâkim olan en büyük nefret kutbu, bizzat Allahın Sevgilisidir. Bu tarih kitabında, en küçük bir hürmet edası gösterilmeksizin sadece hâs ve mukaddes ismiyle, polis zabıtlarındaki sanıklara ait üslûpla anılan Gaye-İnsan ve Ufuk-Peygamber (Salât ve Selâm O'na olsun) hattâ kasden methediliyormuş gibi durulduğu noktalarda bile sistemle düşürülmek istenmiştir. Mukaddes ismi nokta nokta göstererek metinleri takdim ediyoruz:«........ 40 yaşına geldiği zaman, vatandaşlarını, kendisinin bulduğu ve doğru olduğuna inandığı yeni bir dine davet etmeğe başladı.»Cilt 2, sahife 89, satır 15 ilâ 18.

10 — Birinci Cumhur Reisince her şey Allah Resulü tarafından (hâşâ) uydurulmuştur. Bu uydurmaların (namütenahi defa hâşâ) mecmuası da Kur'andır; yoksa o. sanıldığı gibi, Allahın kelâmı değildir:«........'in koyduğu esasların toplu olduğu kitaba Kur'an denir.»Cilt 2. sahife 90. satır 25 ila 26.Bakınız, uydurma diye iddia ettiği mukaddes oluşların izahını nasıl yapıyor ve Peygambere nasıl bir hile isnat ediyor:«O, Arapların ahlâk ve âdetlerinin pek fena ve pek iptidai ve ıslaha muhtaç olduğunu anlamış, bunların ıslahı için tenha yerlere çekilerek senelerce düşünmüş ve yıllarca tefekkürden sonra kendisinde vahiy ve ilham fikri doğmuştur.»Cilt 2, sahife 40, satır 33 ilâ 36.Aynı hile isnadının devamı:«........ uzun bir devredeki tefekkürlerin mahsulü olan âyetleri, lüzum ve ihtiyaçlara göre takdir ediyordu.»Cilt 2, sahife 41, satır 26 ilâ 27.

11 — O kadar İslâmiyet düşmanıdır ki, bu dinde samimî olanları bile yabancılar kabul eder ve onun kaynak teşkil etliği ırk ve kavmi, İslâmiyetle beraber düşürmek ister:«Arap olmıyan, kavimler İslamiyeti hırsla benimsediler, halbuki asıl Araplardan olan sınıflar İslamiyeti, tahakküm etmek için bir siyaset vasıtası olarak kullandılar. Nihayet nüfuz ve iktidar Arap olmıyan Müslüman kavimlerin ellerine geçti. Araplar adeta çöllerine döndüler.»Cilt 2. sahife 93, satır 25 ila 29.

12 — Ve nihayet mahut tarihte ki gayet sinsi (taktik), Âlemlerin Efendisini bir kumandan ve devlet reisi olarak medheder gibi görünüp O'nun aslî, ulvi ve münezzeh mâna ve hakikatine ağız dolusu sövmek, böylece güya yeni bir rütbe ve paye adına nihaî ve mefkûrevî rütbeyi, en haşin bir küfür asabiyetiyle ayaklar altında çiğnemektir:«Aksi takdirde........'i her şeyi bir melekten alan ve aynen muhitine tebliğ eden ümmi, cahil, hissiz, hareketsiz bir put derekesine indirmek hatasından kurtulmak mümkün olmaz.» Cilt 2, sahife 93, satır 32 ilâ 35.

Büyük Doğu Dergisi - 22 Aralık 1950 - Sayı: 40, sayfa 3

Salih MİRZABEYOĞLU – MÜJDELERİN MÜJDESİ / Suda Boğulan Balık

Kafanın ortasından başlayıp bir yarım daire çizerek sağ göze inen ve oradan kulak memesinin altında dinen bir sızı… Hayır ağrı!.. En doğrusu, yumuşak bir iç duygusuna boyun eğmiş fiziki ağrının rehavet sıkletinde kararı! Adem, pencerenin demir parmaklıkları ardından, açık griliği garip bir aydınlıkla sınır çizen gökyüzüne, o aydınlıkla yine keskin  bir çizgide ayrılan kirli mavi-gri denize nazar ediyor.

Radyoda, “Entarisi mor imiş/ Yar sevmesi zor imiş!” diye bir türkü okunuyor… Yukarı katta Haydar Bey’in sesinden, çeki karşılıksız çıkmış bir adamın geçmişine okunuyor… Telefonun öbür ucunda, İsmail Bey’in defolup giden ve bacısından boşanma hazırlıklarına girişen eniştesine iyilikler okunuyor. Kapıdan büyük bir saygıyla giren aydınlık yüzlü Osman’ın kıpırtılarında gençlik okunuyor… Akvaryumda, renkli, tüllü, telli pullu balıkların, yan dönmüş bir hemcinslerini didiklerken takındıkları tabiîlik okunuyor… Hanın bütün uğultusunda, o her günkü sarhoş edici ve önem sırası dandik bir hayat tarzının komik gayeli mânâsızlığı okunuyor!

Osman, sesine yansıyan bir sevgi buğusuyla Âdem’in kelimelere tutunmak istemeyen durgunluğundan hikmet devşirmek umudunda, soruyor:
-“Efendim, yaşanmış bir hayattan daha canlı bir öğretici hikâye olamaz değil mi?
-“Öyle!”
-“Acaba… Şimdiki ruhî hâlinizden bir şey sızdırır mısınız?”

-“Ne hâldeyim, ne olmaktayım bilmiyorum… İçinde fırtınalar kopan akıntıya kapılmış bir geminin tevekkülü, bir hastanın nekahet devresindeki o doyumsuz kayıtsızlığı, uykunun kapıda beklediği bir sırada büründüğümüz atâlet hâli, bir yenilmişin yenilmez gururuyla münasebetler şebekesinden soyunması, şiir nefesi yüklü bir yüreğin eşyanın üzerindeki hava tabakasında kamaşmış gariplik dolu sükûneti… Böyle şeyler!”
-“Efendim, ifadelerinizde bir nevi “şiir, gizleme sanatıdır!” hikmetinden mânâlar seziyorum…”
-“Onu bilmem… Nasıl sezildiğim gibi bir alâka içinde kendimi tahlil ediyor değilim şu an… Ancak sanat plânı için şunu söylemeliyim ki, benim anlayışıma göre sırrîlik, söylenemeyenin görünüşüdür… Ancak böyle bir yerde eşya ve hâdiseyi aslına, sırra irca edici sanat ve hayatın hakikati görünür… Her neyse, şu an bunlardan bahsetmeye müsait değilim…”
-“Efendim, yukarıda Harun Bey’e uğramıştım; galiba beraber adliyeye gitmek istemişsiniz…”
-“Haa, evet, evet… Tasarladığım bir roman için tetkikte bulunacaktım; gerçi şimdi hiç hevesli değil ama…”
Kapı açıldı, Haydar Bey’in ahbabı İlhan Bey kapıdan başını uzattı ve yeni tanıştığı Âdem’e iyi gün dileklerini ileterek Sarayburnu’na yollandı.
-“Ben de sizinle Adliye’ye gelebilir miyim?”
-“Pek tabiî!”
Âdem, çantasından küçük aynayı çıkardı ve gözlerinden başlayan 40 yaşın eşiğindeki çehresini, tek tük aklar düşmüş saçlarını ve sakalını süzdü, eliyle saçlarına nizam verici bir sıvazlama geçti, sonra Harun Bey’in yanına gitmek üzere ayaklandı.
Kaçamak bir konuşma…”Hafriyatçı Metin Çakmak” ile… Âdem soruyor:
-“Suçun ne?”
-“Kadın kaçırmışım!..”
Yıllar önce çoluk çocuğuyla İstanbul’a gelmiş; bir at arabası ve küçücük bir gecekonduyla başladığı işini, zamanla kamyonlarıyla ve iş aletleriyle değiştirici bir çapa ve hayat seviyesine yükseltmiş…Âdem, olur olmaz kullanılan şu “hayat seviyesi”nden kasdın ne olduğunu düşünedursun.
Metin, kadın kaçırma suçuyla polisler tarafından yakalandığında 36 yaşındaydı. Sene 1979, mevsim ilkbahar; Metin’de maddi ve mânevî olgunluk çağının, çiğliğe tercih edilişi… Kasımpaşa Karakolu’nda komiserin karşısında.
Karakol âmiri, rengi çekilmiş Metin’e şöyle bir baktı, protokol ağırlığı icabı gibi bir müddet hiç ses çıkarmadı ve boşluğu önünde dosyayı karıştırarak doldurdu…
Sonra, zaten bildiğini tekrardan sordu:
-“Adın?”
- “Metin Çakmak…”
-“Ne iş yaparsın?”
-“Hafriyatçıyım, efendim…”
Adresini sordu, yazdırdı…Söylediklerini dosyadan takip etti… Sordu:
-“Baba adın?”
-“Yakup, efendim…”
-“Kaç doğumlusun?”
-“1943 doğumluyum, efendim…”
Bu defa bir başka polis araya girdi:
“Medenî  hâlin?”
Metin Çakmak, bu “medeni”kavramından neyin kastedildiğini çakmamıştı… Polisin sesi bu sefer çakmaklı çıktı:
-“Evli misin, bekâr mısın be adam?”
-“Evliyim…”
-“Kaç çocuğun var?”
-“Dört…”
-“Peki nasıl yaptın bu işi? Hiç karından ve çocuklarından da mı utanmadın?”
-“Ne yaptım!.. Bilmiyorum ki!”
-“Neyi olacak; o kadını ben kaçırmadım herhâlde!..”
-“Hangi kadını?”
Odadakiler birbirine baktılar:
-“Demek ki kaçırdığı kadınların hesabını  unutmuş!.. Neyi olacak ulan, Topkapı’dan otomobille aldığın kadını; evli, dört çocuk anası kadını!..”
Metin Çakmak, uyuşuk bir ağrıyla kaşlarının arası hissizleşmiş, ne olduğunu kestiremediği bir akıntıya kendini koyvermeden önce son bir çabayla kekeleyebildi:
-“Ben 16 yıllık evliyim, dört  çocuk babasıyım… Bu bir iftira!..”
-“Hep iftira olur zaten!..”
O gece karakolun nezaretinde  hep o kaçırdığı kadının kim olduğunu düşündü durdu… Öyle ya; kimdi acaba? Ah!.. Hiç olmazsa ismini öğrenseydi!..Ne büyük budalalık!..
Ertesi gün doğruca savcının huzuruna…” Zorla kadın kaçırmak ve ölümle tehdit” ile suçlanan sanığın dosyası savcı tarafından şöyle bir incelendi ve huzursuz edici sorular öncesi bir nefeslenme payı gibi, şevkatli bir sesle  ilk soru:
-“ Oğlum, hakkında şikayet var… Polis bunu uydurmadı ya!.. Kaçırdığın kadın seni şikayet ediyor!..”
-“ Ben kimseyi kaçırmadım efendim!.. İftira, iftira!.. Kim… Bu baş belası?”
Savcı önündeki dosyaya baktı ve sonra kaçırılan kadının  ismini açıkladı:
-“Kasımpaşa’da oturan Gülümser Hanım…”
Gülümser mi?.. Metin Çakmak atıldı:
-“Soyadı?”
-“Çatlak!..”
40 kilometrelik maraton koşusunun son 40 santimini son bir takatla aşmak istercesine son bir takatla aşmak istercesine şuursuz bir hamle:
-“Adres var mı, efendim?”
Savcı, kaçırılan kadının oturduğu sokağı ve evinin numarasını söyleyince, Metin Çakmak’ın  ayakları suya erdi ve katılırcasına gülmeye başladı… Savcılıkta bulunanlar, sanığın tozutmaya başladığını düşündüler ve bu arada savcı, yanındaki polise ona mukayyet olmasını işaret etti… Ne olur, ne olmaz… Sanık, rastgeleci bir şuur iptalinde “ gerçeküstü”cü bir davranışta bulunabilirdi!..
Gülme krizi geçince Metin Çakmak rahatladı, kendisine bir güven geldi, konuşması telâşsızdı:
-“Savcı Bey, şikayetçi kadın benim nikahlı eşim; dört çocuğumun annesi… Ben karımdan başka Gülümser adında bir kadın tanımıyorum!..”
-“Oğlum, bu Hanımın soyadı Çatlak!..”
“Çatlak mı, yoksa Çakmak  mı?” derken, işin  aslı ortaya çıktı ve “teferruatçılık şuuru”na  misal hâlinde sırasında tek harf kadar küçük yanlışlıkların neye malolacağı görüldü… Evet; gerçek ortaya çıktı… Ama yine de:
-“Metin  Çakmak  hakkında, zorla kadın kaçırmak ve tehditten, on yıl hapis isteğiyle dava açılmasına…”
Ne var ki, İstanbul1. Ağır Ceza Mahkemesi Ceza Kanunu’nda evli bir erkeğin kendi karısını kaçırması hâlinde ne yapacağına dair bir madde bulunmadığından Metin Çakmak’ın beraatiyle neticelendi… “Gereği düşünüldü” diye başlayan kararda şöyle deniyordu:

-“Karı-koca tarafların geçinemedikleri için önce ayrı yaşamaya başladıkları ve mağdure Gülümser Çakmak’ın kocası olan sanık aleyhine Beyoğlu Asliye Hukuk Mahkemesi’nde boşanma davası açtığı, mağdurenin oğlu Çetin’i Trabzon’a  otobüsle uğurladıktan sonra  Topkapı Oto Garı’nda kocası olan sanıkla karşılaştığı, sanığın , karısı olan mağdureye barışma teklifinde bulunduğu ve mağdurenin 4. Levent’te bulunan amca kızının evine gitmelerini teklif ettiği, bunun üzerine tarafların kiraladıkları bir otomobile binerek Levent’e kadar geldikleri, ancak buraya mağdurenin eve gitmekten cayarak arabadan inmek istediği ve bu sebeple taraflar arasında münakaşa çıktığı, olayın bundan ibaret olduğu anlaşılmış olup, sanığın mağdureyi zorla kaçırdığına ve onu tehdit ettiğine dair, mahkumiyetine yeter kesin kanaat verici delil elde edilememiştir… Bu itibarla sanığın müsbet suçları işlediğine dair mahkûmiyetine yeter kesin ve kanaat verici deliller elde edilememiştir… Bu itibarla sanığın müsbet suçları işlediğine dair mahkûmiyetine yeter  kesin ve kanaat verici deliller elde edilemediğinden beraatine…”
Âdem, bina yıkıntısının kıyısında acı ve hüzün duygusunun açtığı o garip aydınlığına kaçıcı bir yerde gizliden gizliye keyif sürüyor… Osman birden haykırdı:
-“Akvaryuma bakın efendim?”
Âdem, müthiş bir manzarayla karşılaştı; akvaryumun tatlı suyunda bir istavrit balığı çılgınca çırpınıyor, ağzını alabildiğine açmış, başını sudan çıkararak nefeslenmeye çalışıyor!
-“Suda boğulan balık!”
Öyle ya!..Aynen!..