10 Kasım 2011 Perşembe

Salih MİRZABEYOĞLU – MÜJDELERİN MÜJDESİ / Suda Boğulan Balık

Kafanın ortasından başlayıp bir yarım daire çizerek sağ göze inen ve oradan kulak memesinin altında dinen bir sızı… Hayır ağrı!.. En doğrusu, yumuşak bir iç duygusuna boyun eğmiş fiziki ağrının rehavet sıkletinde kararı! Adem, pencerenin demir parmaklıkları ardından, açık griliği garip bir aydınlıkla sınır çizen gökyüzüne, o aydınlıkla yine keskin  bir çizgide ayrılan kirli mavi-gri denize nazar ediyor.

Radyoda, “Entarisi mor imiş/ Yar sevmesi zor imiş!” diye bir türkü okunuyor… Yukarı katta Haydar Bey’in sesinden, çeki karşılıksız çıkmış bir adamın geçmişine okunuyor… Telefonun öbür ucunda, İsmail Bey’in defolup giden ve bacısından boşanma hazırlıklarına girişen eniştesine iyilikler okunuyor. Kapıdan büyük bir saygıyla giren aydınlık yüzlü Osman’ın kıpırtılarında gençlik okunuyor… Akvaryumda, renkli, tüllü, telli pullu balıkların, yan dönmüş bir hemcinslerini didiklerken takındıkları tabiîlik okunuyor… Hanın bütün uğultusunda, o her günkü sarhoş edici ve önem sırası dandik bir hayat tarzının komik gayeli mânâsızlığı okunuyor!

Osman, sesine yansıyan bir sevgi buğusuyla Âdem’in kelimelere tutunmak istemeyen durgunluğundan hikmet devşirmek umudunda, soruyor:
-“Efendim, yaşanmış bir hayattan daha canlı bir öğretici hikâye olamaz değil mi?
-“Öyle!”
-“Acaba… Şimdiki ruhî hâlinizden bir şey sızdırır mısınız?”

-“Ne hâldeyim, ne olmaktayım bilmiyorum… İçinde fırtınalar kopan akıntıya kapılmış bir geminin tevekkülü, bir hastanın nekahet devresindeki o doyumsuz kayıtsızlığı, uykunun kapıda beklediği bir sırada büründüğümüz atâlet hâli, bir yenilmişin yenilmez gururuyla münasebetler şebekesinden soyunması, şiir nefesi yüklü bir yüreğin eşyanın üzerindeki hava tabakasında kamaşmış gariplik dolu sükûneti… Böyle şeyler!”
-“Efendim, ifadelerinizde bir nevi “şiir, gizleme sanatıdır!” hikmetinden mânâlar seziyorum…”
-“Onu bilmem… Nasıl sezildiğim gibi bir alâka içinde kendimi tahlil ediyor değilim şu an… Ancak sanat plânı için şunu söylemeliyim ki, benim anlayışıma göre sırrîlik, söylenemeyenin görünüşüdür… Ancak böyle bir yerde eşya ve hâdiseyi aslına, sırra irca edici sanat ve hayatın hakikati görünür… Her neyse, şu an bunlardan bahsetmeye müsait değilim…”
-“Efendim, yukarıda Harun Bey’e uğramıştım; galiba beraber adliyeye gitmek istemişsiniz…”
-“Haa, evet, evet… Tasarladığım bir roman için tetkikte bulunacaktım; gerçi şimdi hiç hevesli değil ama…”
Kapı açıldı, Haydar Bey’in ahbabı İlhan Bey kapıdan başını uzattı ve yeni tanıştığı Âdem’e iyi gün dileklerini ileterek Sarayburnu’na yollandı.
-“Ben de sizinle Adliye’ye gelebilir miyim?”
-“Pek tabiî!”
Âdem, çantasından küçük aynayı çıkardı ve gözlerinden başlayan 40 yaşın eşiğindeki çehresini, tek tük aklar düşmüş saçlarını ve sakalını süzdü, eliyle saçlarına nizam verici bir sıvazlama geçti, sonra Harun Bey’in yanına gitmek üzere ayaklandı.
Kaçamak bir konuşma…”Hafriyatçı Metin Çakmak” ile… Âdem soruyor:
-“Suçun ne?”
-“Kadın kaçırmışım!..”
Yıllar önce çoluk çocuğuyla İstanbul’a gelmiş; bir at arabası ve küçücük bir gecekonduyla başladığı işini, zamanla kamyonlarıyla ve iş aletleriyle değiştirici bir çapa ve hayat seviyesine yükseltmiş…Âdem, olur olmaz kullanılan şu “hayat seviyesi”nden kasdın ne olduğunu düşünedursun.
Metin, kadın kaçırma suçuyla polisler tarafından yakalandığında 36 yaşındaydı. Sene 1979, mevsim ilkbahar; Metin’de maddi ve mânevî olgunluk çağının, çiğliğe tercih edilişi… Kasımpaşa Karakolu’nda komiserin karşısında.
Karakol âmiri, rengi çekilmiş Metin’e şöyle bir baktı, protokol ağırlığı icabı gibi bir müddet hiç ses çıkarmadı ve boşluğu önünde dosyayı karıştırarak doldurdu…
Sonra, zaten bildiğini tekrardan sordu:
-“Adın?”
- “Metin Çakmak…”
-“Ne iş yaparsın?”
-“Hafriyatçıyım, efendim…”
Adresini sordu, yazdırdı…Söylediklerini dosyadan takip etti… Sordu:
-“Baba adın?”
-“Yakup, efendim…”
-“Kaç doğumlusun?”
-“1943 doğumluyum, efendim…”
Bu defa bir başka polis araya girdi:
“Medenî  hâlin?”
Metin Çakmak, bu “medeni”kavramından neyin kastedildiğini çakmamıştı… Polisin sesi bu sefer çakmaklı çıktı:
-“Evli misin, bekâr mısın be adam?”
-“Evliyim…”
-“Kaç çocuğun var?”
-“Dört…”
-“Peki nasıl yaptın bu işi? Hiç karından ve çocuklarından da mı utanmadın?”
-“Ne yaptım!.. Bilmiyorum ki!”
-“Neyi olacak; o kadını ben kaçırmadım herhâlde!..”
-“Hangi kadını?”
Odadakiler birbirine baktılar:
-“Demek ki kaçırdığı kadınların hesabını  unutmuş!.. Neyi olacak ulan, Topkapı’dan otomobille aldığın kadını; evli, dört çocuk anası kadını!..”
Metin Çakmak, uyuşuk bir ağrıyla kaşlarının arası hissizleşmiş, ne olduğunu kestiremediği bir akıntıya kendini koyvermeden önce son bir çabayla kekeleyebildi:
-“Ben 16 yıllık evliyim, dört  çocuk babasıyım… Bu bir iftira!..”
-“Hep iftira olur zaten!..”
O gece karakolun nezaretinde  hep o kaçırdığı kadının kim olduğunu düşündü durdu… Öyle ya; kimdi acaba? Ah!.. Hiç olmazsa ismini öğrenseydi!..Ne büyük budalalık!..
Ertesi gün doğruca savcının huzuruna…” Zorla kadın kaçırmak ve ölümle tehdit” ile suçlanan sanığın dosyası savcı tarafından şöyle bir incelendi ve huzursuz edici sorular öncesi bir nefeslenme payı gibi, şevkatli bir sesle  ilk soru:
-“ Oğlum, hakkında şikayet var… Polis bunu uydurmadı ya!.. Kaçırdığın kadın seni şikayet ediyor!..”
-“ Ben kimseyi kaçırmadım efendim!.. İftira, iftira!.. Kim… Bu baş belası?”
Savcı önündeki dosyaya baktı ve sonra kaçırılan kadının  ismini açıkladı:
-“Kasımpaşa’da oturan Gülümser Hanım…”
Gülümser mi?.. Metin Çakmak atıldı:
-“Soyadı?”
-“Çatlak!..”
40 kilometrelik maraton koşusunun son 40 santimini son bir takatla aşmak istercesine son bir takatla aşmak istercesine şuursuz bir hamle:
-“Adres var mı, efendim?”
Savcı, kaçırılan kadının oturduğu sokağı ve evinin numarasını söyleyince, Metin Çakmak’ın  ayakları suya erdi ve katılırcasına gülmeye başladı… Savcılıkta bulunanlar, sanığın tozutmaya başladığını düşündüler ve bu arada savcı, yanındaki polise ona mukayyet olmasını işaret etti… Ne olur, ne olmaz… Sanık, rastgeleci bir şuur iptalinde “ gerçeküstü”cü bir davranışta bulunabilirdi!..
Gülme krizi geçince Metin Çakmak rahatladı, kendisine bir güven geldi, konuşması telâşsızdı:
-“Savcı Bey, şikayetçi kadın benim nikahlı eşim; dört çocuğumun annesi… Ben karımdan başka Gülümser adında bir kadın tanımıyorum!..”
-“Oğlum, bu Hanımın soyadı Çatlak!..”
“Çatlak mı, yoksa Çakmak  mı?” derken, işin  aslı ortaya çıktı ve “teferruatçılık şuuru”na  misal hâlinde sırasında tek harf kadar küçük yanlışlıkların neye malolacağı görüldü… Evet; gerçek ortaya çıktı… Ama yine de:
-“Metin  Çakmak  hakkında, zorla kadın kaçırmak ve tehditten, on yıl hapis isteğiyle dava açılmasına…”
Ne var ki, İstanbul1. Ağır Ceza Mahkemesi Ceza Kanunu’nda evli bir erkeğin kendi karısını kaçırması hâlinde ne yapacağına dair bir madde bulunmadığından Metin Çakmak’ın beraatiyle neticelendi… “Gereği düşünüldü” diye başlayan kararda şöyle deniyordu:

-“Karı-koca tarafların geçinemedikleri için önce ayrı yaşamaya başladıkları ve mağdure Gülümser Çakmak’ın kocası olan sanık aleyhine Beyoğlu Asliye Hukuk Mahkemesi’nde boşanma davası açtığı, mağdurenin oğlu Çetin’i Trabzon’a  otobüsle uğurladıktan sonra  Topkapı Oto Garı’nda kocası olan sanıkla karşılaştığı, sanığın , karısı olan mağdureye barışma teklifinde bulunduğu ve mağdurenin 4. Levent’te bulunan amca kızının evine gitmelerini teklif ettiği, bunun üzerine tarafların kiraladıkları bir otomobile binerek Levent’e kadar geldikleri, ancak buraya mağdurenin eve gitmekten cayarak arabadan inmek istediği ve bu sebeple taraflar arasında münakaşa çıktığı, olayın bundan ibaret olduğu anlaşılmış olup, sanığın mağdureyi zorla kaçırdığına ve onu tehdit ettiğine dair, mahkumiyetine yeter kesin kanaat verici delil elde edilememiştir… Bu itibarla sanığın müsbet suçları işlediğine dair mahkûmiyetine yeter kesin ve kanaat verici deliller elde edilememiştir… Bu itibarla sanığın müsbet suçları işlediğine dair mahkûmiyetine yeter  kesin ve kanaat verici deliller elde edilemediğinden beraatine…”
Âdem, bina yıkıntısının kıyısında acı ve hüzün duygusunun açtığı o garip aydınlığına kaçıcı bir yerde gizliden gizliye keyif sürüyor… Osman birden haykırdı:
-“Akvaryuma bakın efendim?”
Âdem, müthiş bir manzarayla karşılaştı; akvaryumun tatlı suyunda bir istavrit balığı çılgınca çırpınıyor, ağzını alabildiğine açmış, başını sudan çıkararak nefeslenmeye çalışıyor!
-“Suda boğulan balık!”
Öyle ya!..Aynen!..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder