17 Eylül 2011 Cumartesi

Aşk Sadece Sende Mecnun Eyledi Beni



Aşka adanan mevsimleri kalbinde sûr eyleyen zemheri bir çığlıktı senin adın.

Yağmurlar taşırdın gök mavisi umutların terkettiği şehirlere. Her şehir adına adanan bir destanın ayak sesiydi. Geceleri bu yüzden sen kokardı her şehir. Ve ben tüm şehirlere inat şehirsizliği seçtim seni sevmenin şehrinde.

Ey menekşe kurusu hayallerini suya vuran aksinde yitiren sevdam!
Ey aşk iklimini kalbindeki hüzün mevsimine kurban eyleyen kavgam!

Gökyüzü bilmişken ben seni. Toprağa düşen ne kadar yağmur tanesi varsa hepsini sana râm eylemenin niyazıdır bu ağıt.

Her ağıt kendi sesleminde taşır sürûrunu. Ve ben sükûnete muteber kıldım sana mecz eylediğim ne kadar harfim saklıysa gecenin rahlesinde. Bu ağıt, ellerimde büyüttüğüm yıldızlarla ismine şerhettiğim bir parantez ol diyedir sevda şerhime. Bir sözdür bu sana, ilelebet göğsümde muskalanan. Söz ki Nûn'a değer Elif olmaya meylederken kalbim. Anlasana sevdegâhım. Sende cüzlensin istiyorum yüzünün ayetlerinde huzur sûrelerine mâtuf olan aşk.


Veyl  ve aşk adına
Zeyl ve kan adına
Gece ve düş adına
Ateş ve kül adına

Huruf makamının esrârına mahkum kalıyor işte dil-i efgânım. Oysa sana seslenmek isterdim zemheri aylarında. Sen ol diye haykırmak isterdim; güneşin ellerime değen parıltısının üstündeki hülya.


Sen ki; mesrûr gecelerin mahremiyetine musâddık eylediğim rüyaların menekşelerce yorumlanan nağmesisin içimde.

Bir kelebek kanadında sakladığım hayatın; yusufçuk kuşlarının rehberliği eşliğinde kalbime vehmettiğim tercümesisin.

Ayaz ve kar adına
Duman ve is adına
Hazan ve yas adına
Allah ve ins adına

Kör gecelerin esaretiydi beni sana kalbeyleyen. Yusuf'un düştüğü kuyuydu belki de lâmekan gönlümün sende bulduğu. Her Züleyha yırttığı gömlekte taşır aşkının değerini bilirim. Ben bu yüzden yağmurdan bir libas giyindim üzerime. Ki gözyaşlarınla yırtasın diye haya perdemi.

Ferhat ve Şirin adına
Kerem ve Aslı adına
Leyla ve Mecnun adına
Muhammed ve Hatice adına

Ey çöl yalımı saçlarında hüznün şarkısını mırıldanan kulbe-i âhzân'ım!
Ey karanfil yanığı gözlerinde aşkın cilbâbını kuşanan sûret-i efkârım!

“HUKUK” İDAM EDİLİRKEN “İMTİYAZLI ZÜMRE” HÂLÂ ÖZGÜR!









Üstad Necip Fazıl'la başlayan Büyük Doğu fikir-sanat-



aksiyon geleneğini, Üstad'ın sağlığında ondan aldığı izin ve istikametle geliştirerek, İBDA dünya görüşünü 55 eserle bütünleştiren mütefekkir-sanatçı Salih Mirzabeyoğlu'nun idamla yargılanmasına, İstanbul 6 no.lu DGM'de 14 Nisan 1999 Çarşamba günü saat 09.00'da başlandı. Türk hukuk sisteminde artık "vak'ayı âdiye" hâline gelen ve kimin neden dolayı bu cezayı hakettiği kamuoyunda büyük bir soru işareti olan "idamla yargılanma" talebi, fikir-sanat-hukuk-siyaset-iktisat-hikmet-dil-şiir- biyografi-roman-hikaye vb. çok çeşitli sahalarda yetkin eserlere imza atmış Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nu 11 yıldır “imtiyazlı zümre” adına “telegram işkencesi” altında tutuluyor.

11 yıl içerisinde gelişen süreç gösteriyor ki “hukuk”un da kendi yararlarına işlediği “imtiyazlı zümre”“hukuk”"imtiyazlı zümre" savunucusu hâkim ‘Çetinbaş’ ve Müdür ‘Ertosun’ ve gibileri..

Gelinen nokta, “hukuk” adına hukuk’u katletmek değil, adaletin tesisinden bahseden “etkili ve yetkililer”“hukuk cinayeti”nin ortağı olarak bu lekeyi alınlarında taşıyacak ve her nerede görünürse tanınacak ve kazıyamayacaklardır.
varlığını -toplumu yok etme pahasına- devam ettirmiştir. O gün Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nu adına hukuk’u çiğneyerek idam kararı verenler, bugün Ergenekon Terör Örgütü’nden tutuklananların avukatlığını yapan; bunu fiiliyatta göstermedikleri sürece, 1999’a kadar Müslüman halkı sömüren ihanet çemberinin içinde olduklarını tersinden göstermiş olmakla ve haliyle Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun şahsında insanlığa karşı işlenmiş

15 Eylül 2011 Perşembe

“Takva” ile “marka” arasında sıkışmak







Bundan önceki yazımı şöyle bir cümle ile bitirmiştim: “Varlıklı ama dindar Müslümanlar olarak çoğumuz “takva” ile “marka” arasında kaldık, işin içinden çıkamıyoruz”.


Eskiden böyle değildik: Müslüman hayatlar ebediyete dönüktü...


Dünya “ebedi” imiş gibi algılanmaz, “ahiretin tarlası” olarak görülüp yaşanırdı...


Mü’minler bir birlerini “çıkar” için değil, “Allah için” severlerdi.


Müslümanın içten pazarlıkları yoktu.


Müslüman göründüğü gibiydi: İçi başka, dışı başka dindara nadiren rastlanırdı.


Bir iş yapılmadan önce “günah mı, sevap mı” diye bakılır, ancak “sevap” olduğu kanaati hâsıl olduktan sonra yapılırdı...


Müslüman zenginler “ehl-i dünya” denilen “tek dünyalılar”a (ahret inancı olmayanlara) özenmez, ne kıyafette, ne siyasette, ne sosyal ve ticarî hayatta onları taklit etmezdi.


Dünyayı “mezra” olarak görür, “mükâfat”ı ebedi hayatta bekler, bu beklenti ile dünyanın “cazibedar fitneleri”ne karşı direnirlerdi.


Ebedi hayata yönelik beklentilerimiz mi kırıldı, yoksa kendimizi dünyanın cazibesine mi fazlaca kaptırdık bilmiyorum, bildiğim şu ki, git gide “tek dünyalılar” gibi yaşamaya başladık.


Hele bir de varlıklıysak, tüm emellerimize fani dünyada ulaşmak mecburiyetinde imiş gibi tüketiyoruz hayatı.


Eskiden böyle yapmaz, salt kendimiz için yaşamazdık.


Lüksümüz, tantanamız, “dünyacı” beklentilerimiz fazla yoktu...


“İsraf toplumu” değil, “infak (yardım) toplumu”yduk.


Komşumuzun başı ağrısa yüreğimiz ağrır, o aç yatıyorsa tok uyumayı “insanlık dışı” sayardık.


Bir mahallede birinin aç ve açıkta kalması demek, o mahallede yaşayan tüm zengin Müslümanların ayıplanması demekti.


Çünkü hayatı inançlar şekillendirmişti.


Hayatımızı inançlarımız şekillendirmiyor artık!..


Hayatımızı siyasal, sosyal, ekonomik, çoğu kâr amaçlı kaygılar biçimlendiriyor.


İnançlarımızı yitirmedik henüz, ama çoğunu yüreğimizle yaşamıyoruz...


Hayat tarzımızın inançlarımızla örtüşmediği gerçeği de işin cabası!


Hem “komşusu açken tok uyuyan bizden değildir” hadisi dilimizden düşmüyor, hem de en yakın komşumuzun zaruri ihtiyaçlarını görmezden geliyoruz!..


Daha da vahimi var...


Çoğumuz “moda” tutkunu olduk. “Farklı” görünme hastalığı bizim de ruhumuzu avuçladı. Kefende “marka” aranmadığını bile bile elbisede “marka” arıyoruz.


Yakında kefende de marka ararsak hiç şaşırmayacağım!


Bizi vaktiyle “İslâmi moda” ile tanıştıranlar, yakında eminim “kefen modası”yla da tanıştırırlar!


Fena da olmaz hani! Ahrete o yılın modası bir kefenle gittiğimiz zaman, zebanilerin elinden belki yakayı kurtarırız!


Tabii “Rabbin kim?” yerine “modacın kim?” diye sorarlarsa...


Eski ölçüler çoktan değişti dostlar: Artık “takva” değil “marka” yaşıyoruz!


Komşumuz açken uyumuyoruz, çünkü aç kalma ihtimali olan komşuları geride bırakıp kendimiz gibi varlıklı dindarların ikamet buyurduğu etrafı yüksek duvarlarla çevrili sitelere taşındık.


Kapıda bekçiler var. Kapılar da şifreli: İçeri hiçbir fakir, hiçbir eski komşu giremez!


YAVUZ BAHADIROĞLU

Ali Haydar Efendi Hazretleri Anlatıyor:




“Sultan Abdülhamid’i din düşmanları bize bile kötü tanıttılar, sonra anladık ki kerametleri olan büyük bir veli imiş. Osmanlı, İslam’a çok büyük hizmetlerde bulundu. Hele Sultan Abdülhamid olmasa Ehl-i sünnet eserleri ortadan kalkmaya mahkum olurdu. Onun gayreti, siyaseti ve himmeti sayesinde ileriki nesillere sahih kaynaklar ulaşabildi.
Bir kere beni huzuruna kabul etti. Sultanlar perde arkasından konuşurlardı. Beni kendisine çok yaklaştırdı, birden perdeyi 
kaldırınca burun buruna geldik. O zaman bana:


-Ali Haydar efendi! Etrafımda senin gibi taviz vermeyen âlimler olsaydı bu Devlet-i Aliyye bu hale gelmezdi, dedi.
Allahu teala ona yüksek dereceler ihsan eylesin”.




(Kasr-ı Arifan Dergisi – Kasım 2009 – Sh. 6)

Ulu Hakan II.Abdülhamid Han Siyonizmin Babasına Diz Çöktürdü




Mavi Marmara katliamı için İsrail'den beklediğimiz özür, askerî krize dönüşürken, Türkiye'nin B ve C planlarını devreye sokacağını açıklaması ortalığı karıştırdı. Bundan böyle donanmamızın Doğu Akdeniz'de seyrüsefer halinde olacağı açıklaması da malum lobilerde "Türkiye'ye neler oluyor?" sorusunun kuyruğunu tutuşturmuş oldu.

URGANLARI TEKER TEKER KOPARIYOR

Türkiye'ye bir şey olduğu yok, uykudan uyanıyor sadece.Cüceler ülkesindeki Gulliver, uykudan uyandığında kendisini sımsıkı bağlamış bulunan urganları teker teker koparıyor, hepsi bu. Yarın öbür gün Ayasofya ve 12 Ada dosyalarının açılmayacağını kimse garanti edemez; buraya yazıyorum.

ABDÜLHAMİD'İN DİRAYETİ

Bu tarihî dönemeçte tarihimizle yüz yüze gelmemiz kaçınılmaz; daha doğrusu tarihimizle ve Sultan II. Abdülhamid'le. Abdülhamid Han'ın Yahudiler ile Siyonistleri nasıl hassas bir ölçüyle ayırt ettiğini ve teb'ası olan Yahudilerin haklarının korunmasına ne denli ihtimam gösterdiğini, öte yandan ülkesinin bir parçasını koparma planları yapan Siyonistlere karşı ne denli şiddetli davrandığını görmek için Yahudi tarihi uzmanı Avram Galante'nin "Abdülhamid ve Siyonizm" adlı makalesinden daha güvenilir bir kaynak bulunamaz. Henüz Türkçeye tercüme edilmemiş olan makalede Abdülhamid'in, çok güvendiği Hahambaşı Moşe Levi'yi alışık olunmadık bir şekilde azarlayıp tehdit ettiği ve ayağına kapandırıp özür dilettiği bizzat Levi'nin torunu Yeşua Eşkenazi'nin verdiği belge ve bilgilere dayanılarak anlatılmıştır. Bu hararetli günlerde Abdülhamid'in zeka ve dirayetinden günümüze düşecek damlalara ne denli ihtiyacımız olduğunu görüyorsunuz.

Theodor Herzl Abdülhamid'le görüştüğü günlerde.

FİLİSTİN İÇİN YAHUDİ GÖÇÜNE İZİN

Siyonizm'in kurucusu Theodor Herzl, yanında Moşe Levi ile kapı kahyası olduğu halde Sultan'ın huzurundadır. Herzl, Yahudilere gösterdiği ihtimamdan dolayı Sultan'a teşekkür eder ve bir meblağ karşılığında Filistin'e Yahudi göçüne izin vermesi ve Girit'e benzer bir özerklik tanıması teklifinde bulunma cüretini gösterir.

ABDÜLHAMİD'DEN ATRATEJİK YANIT

Abdülhamid'in cevabı son derece diplomatiktir: "Yahudilere güven duymuş olmam, teklifinizi reddetmeme mani değil." Ardından da topu ustaca bakanlar kuruluna atar. Böylece bir yandan Herzl'in niyet ve çapını ölçmek için zaman kazanırken, diğer yandan ilişkiyi kesmeksizin zamana yayma stratejisini izler. Tecrübesiz Herzl, bunun olumlu bir cevap olduğunu zannederek sevinecek ve yandaşlarına telgraf çekerek 'bu iş oldu' mesajı gönderecektir. Ancak bu cevap, aslında "olumsuz bir evet" demekti, zira 3 ay sonra Filistin'e ne şekilde girmiş olursa olsun bütün Yahudilerin sınır dışı edilmesini emreden iradenin altında da Abdülhamid'in imzası olacaktı. Demek ki, hayır diyemeyeceği durumlarda muhatabının içine gömüleceği bir cevap yumağı sunmak bir Abdülhamid klasiğiydi.

Fakat Galante, Abdülhamid'in sanki Filistin'e yerleşme izni verdiği anlamına gelecek bu cevaptan kuşkulanmıştır. Zira tanıdığı Abdülhamid imkanı yok böyle bir şey yapmazdı. Bu işin içinde bir iş vardı ama neydi?

Bu soruyu eski Ayan üyelerinden Behor Efendi'ye sorar. O da, Abdülhamid'in Herzl'e görüşmeden sonra altın bir kravat iğnesi hediye ettiğini, bundan, iğneyi hediye ettiği kişiye çok öfkelendiği ve iğneyi göğsüne saplamak istediği manasının çıktığını söyler. İlk işaret alınmıştır. Gerçekte Abdülhamid bu nezaket gösterisi halinde geçen görüşmeden hiç hoşnut olmamıştır. İçy üzünü Levi'nin torunu açıklar.

MOŞE LEVİ 3 GÜN HAPSEDİLDİ

Herzl Viyana'ya döndükten sonra Abdülhamid Hahambaşı'nı çağırır. Levi sabahın 9'unda Saray'a gider ve huzura girmek için izin ister. Sultan cevap verir: "Biraz beklesin". Öğleye doğru Başmabeyinci Sultan'a kaymakamın beklemekte olduğunu hatırlatır. Cevabı aynı olur. Akşam olurken Sultan bugün gitmesini ve yarın gelmesini söyler. Moşe Levi, Sultan'ın işlerinin çokluğu nedeniyle kendisiyle görüşemediğini düşünerek ertesi gün aynı saatte Saray'a gelir. O gün de huzura kabul edilmez. Levi bu kez Saray'dan ayrılırken, Sultan'ın kendisine karşı olan tutumundan kuşkulanmaya başlar. Üçüncü gün de aynı şekilde bekletilir. Bu durum Başmabeyincinin de garibine gider ve Sultan'a Hahambaşı'nın beklediğini hatırlatır. O da güneş battıktan sonra huzura getirmesini söyler. (Bu, Abdülhamid'in önemli mevkilerdeki kişileri cezalandırma yöntemiydi. Bu bir tür tutuklamaydı. Moşe Levi bu uygulamaya göre 3 gün hapsedilmişti.)

Yıldız Selamlığı. Abdülhamid döneminde hiç aksatmadan yapılan Cuma selamlıkları devletin ihtişamını sergileme törenleriydi aynı zamanda.

SULTAN'IN AYAKLARINA KAPANDI

Sultan, Hahambaşı'na soğuk davranır ve birkaç dakikalık bir sessizlikten sonra kuru ve sert bir ses tonuyla "Hahambaşı (normalde "Hahambaşı Efendi" derdi, bu hitap şekli kızgınlığını gösterir), amcam Abdülaziz tahtta olduğu zamandan beri sizi tanırım ve birkaç gün öncesine kadar sadakatinizi takdir ederdim. Fakat Herzl'in gelişinden sonra bu sadakatten ayrılmış olduğunuzu esefle gördüm. Bir karışlık toprak parçasının bile verilemeyeceğini çok iyi bilen siz Hahambaşı, nasıl oldu da İmparatorluğumun, Müslüman ve Hıristiyan alemlerinin gözlerinin üzerinde olduğu bir parçasına ilişkin olarak benden böyle bir talepte bulunması için o adamı buraya getirebildiniz? Bu adamın talebinin yüzde birini bile kabul etseydim benim ve devletimin başına kim bilir neler gelirdi! O adamın beni ziyaret etmekteki amacından haberiniz var mıydı, yok muydu? Burada nelerin konuşulacağını bilmiyor muydunuz? Cevap veriniz!"

Üzgün ve mahcup olan Hahambaşı şu cevabı verdi: "Size hep sadık kaldım. Şimdi de sadığım ve hep sadık kalacağım. Efendimiz, yemin ederim ki, burada Siyonizm'den söz edileceğini bilmiyordum; Herzl bu konuda bana hiçbir şey söylemedi. Beni onun suç ortağı olmakla suçlamayın. Ben masumum, milletim de masumdur!" Bunları söyledikten sonra, Moşe Levi ayağa kalktı, ağlayarak Sultan'ın ayaklarına kapandı ve kendisini ve milletini affetmesini istedi.

Tayland Prensi (ortada, sağda olanı) Sarayı ziyaretinden çıkarken fesle poz veriyor.
Sultan öfke ile ayağa kalktı ve şöyle dedi:

"O adamın ziyaretinden haberinizin olmadığını söylüyorsunuz. Oysa mektubunuzda onun benimle Yahudi milletine ilişkin bir konuda görüşmek istediğini yazıyorsunuz! Ne demek oluyor bu?!" Moşe Levi gözleri yaşla dolu bir vaziyette şöyle cevap verdi: "Efendimiz, o adam gazeteci, zatıalinizin genel olarak Yahudi sorunu konusundaki görüşlerinizi öğrenmek istediğini zannetmiştim". Yetmişlik bir ihtiyarın karşısında ağlamasından duygulanmış olan Sultan şöyle dedi: "Şimdi sizin masum olduğunuzu anladım." Mabeyinciyi çağırdı ve Hahambaşı'nı dinlendirmesini emretti. Torununun anlattığına göre Moşe Levi bu azardan sonra 15 gün hasta yatmıştır.

Son Sultan'dı gerçekten de. Şu sözünün ışıltısı bugüne kadar geliyor: "Bu adamın talebinin yüzde birini bile kabul etseydim benim ve devletimin başına kim bilir neler gelirdi!"

Kabul etmediğin için başına neler geldiğini biliyoruz Sultanım! 

/ Mustafa Armağan

İçimizdeki Sorunlar ! / mehmet akif osmanlı

 

Sürekli Duyduğum cümlelerden biride şudur ''önce içimizdekileri temizleyelim sonra Dışımızdakileri Temizleriz'' Bundan Kasıt Düşmanlarımız ! Peki Kimdir Bu Düşmanlarımız ?
Bu Düşmanlarımız İslamiyetin Bu Ülke Üzerinde Hakim Olmasını istemeyen İslamiyet Olgusunu Kendi İstedikleri Değerde Bir yaşayışa Dökmek isteyen Masonlar..Vatanımızı Parçalamak Bölmek isteyen Emperyalistler...vs vs 

Şunu Söylemekte Fayda var. 
İçimizdeki Sorunlar Asla Bitmez ! İçimizdeki sorunları Bitirmek istiyorsak Önce Dışımızdaki Düşmanlarla Sorunlarımızı Bitirmeliyiz. Kozlarımızı Ona Göre Oynamalıyız O zaman Göreceğiz ki İçimizdeki sorunlar Kendiliğinden Çözülmüş Olacak...Mesele içimizdekiler Değil Dışımızdaki Düşmanlardır ! İçerdekilerin Hiç Bir Gücü Yoktur, O Gücü Onlara Sağlayanlar Dış Mihraklardır...
Atam Cennet Mekan Sultan Abdülhamit Han'nın dediği gibi;
''Tekerür Eden Tarih Değildir Hatalardır..'' Bu Ülke içine Kapanıp Yıllarca Kendi İç Sorunları İle Uğraşarak Yıllarını Harcadı.. Peki Ne oldu bizler kendi içimizde Boğuşurken Dış Güçler Dünya üzerinde istedikleri oyunu oynuyor Ülkemiz üzerinde yeni yeni planlar Kuruyordu...!

Bizim Ülkemizde Din olgusunu yoketmeyi planlayan Masonlar, Elinde bulundurdukları medya sektörünü, müzik sektörünü, Kendi Amaçlarına Hizmet için Kullanarak Ahlaki Tahribata ve Kendi Sapık Hayat Tarzlarını Milletimize Enjekte etmeye ve Dinden soğutmak için Türlü Türlü Sübliminal Mesajlar ve Ahlaksızlıklara Başvurmuştur. Bizi Dönüştürmek istedikleri Millet, Metaryalist Düşünen veya İslamcı Kesimi; Ilımlı, Cihad Anlayışından uzak Müslüman zulmüne sessiz Kalacak uslu Koyunlar Olmamızı İstemişlerdir... Bunu Az çok Başarmışlar ve Başarıyorlarda. Halbu ki Müslüman, Dünyadaki Zulme sessiz Kalmamalıdır Peygamberimiz (s.a.v), “Bir yerde bir Müslümanın ayağına bir diken batarsa, diğer Müslüman o acıyı duymalıdır” buyuruyor... ! 

Buna Karşı ;
Bizler Ne yapmalıyız Bu Konuda ? Biz Ecdadımızın Bizlere Bıraktığı Davanın Misyonunu Sahiplenecek Şuurlu Nesiller Yetiştireceğiz.. Öyle Bir Nesil ki, Hayata Uymak Değil Hayatını Hakka Uyduracak Nesiller, Araştıran Bilen İslamiyeti Hakkı İle Yaşayan ve Yaşatan Bir Nesil, Öyle Bir Nesil Olacak ki 600 Yıl Dünyaya Hükmetmiş ve Allah'ın Nizamını Hakim Kılmış Bir Ecdadın Ruhunu Yakalamış Adaletle İslam Ahlakı ile Örnek ve Hayranlık uyandıracak Bir Nesil yetişecek...Unutulmamalı ki Karanlığın Gücü yoktur. Güneş Olmadığı için Karanlık vardır..Güneşin Olduğu yerde Karanlık Olmaz. İşte karanlığı Aydınlatacak Bu Güneş İSLAMDIR. Ecdadımızın Bizlere Bıraktığı ''Bizi Yücelten Dinimize karşı Duyduğumuz Büyük Aşktır'' Düsturuna Mazhar Olacak Bu Milleti, yeniden Diriltmektir. Ahlaki Duvarlarımızı Korumalı Kur'an ve Sünnet Yolundan Ayrılmamalıyız. Bu Neslin İslahı Kötüleri İmha ile Değil Neslimizin Eğitim ve Terbiyesi ile Mümkün Olacaktır.

... BİZİM TARİHİMİZ BİZE ÇOK ŞEY ANLATIYOR !

/ mehmet Akif osmanlı

14 Eylül 2011 Çarşamba

Ülkücü'ye Kaside / Üstad Necip Fazıl Kısakürek

Sen;
Allahsız'ın nefret,
Namussuz'un dehşet,
Yüreksiz'in heybet,
Başıboş'un mihnet,
Devrimbaz'ın zulmet,
Eyyamcı'nın şirret,
İnmeli'nin sıklet,
Anarşişt'in devlet,
Komunist'in illet
Sandığı ve tanıdığı sen, bütün bu menfilerin topyekün ve müşterek düşmanı olduğuna göre, acaba nasıl bir "Müsbet" belirtmekte veya belirtme yolunda ilerlemeye davetli bulunmaktasın?..
Bunca hıyanet tipinin bir arada düşmanı olabilmen riyazi bir katiyetle ispat eder ki, sen sanıldığın ve tanındığın gibi olmak, böyle bir sanılma ve tanınmanın kıymetini gerçekleştirmek borcundasın!
Sanıldığın ve tanındığın gibi ol!
Allah seni düşmanlarınca sanıldığın ve tanındığın üzere yetiştirsin!..

"Allahsızın, vatansızın, namussuzun, yüreksizin, başıboşun, devrimbazın, inmelinin, anarşistin, komunistin gözünde ben buyum!" demekten üstün bir hüviyet ve hak tespitin olamaz!
Tez'ini kötülerin (antitez)'inden devşirmek nasibi ne büyük talih!...
Allah'a hamdet!...

Türk Milliyetçiliğinin Yol Ayrımı / Abdullah Kuloğlu




Batı Metaryalizmi Gölgesi veya Büyük Doğu İdealizmi Gerçeği

Temel içtimaî zıtlığın hak-küfür şeklindeki görünüşünün, ferdî planda ruh-nefs zıtlığına dayandığını biliyoruz. Daha doğru ifadesi ile içtimaî bir bünyenin ferdin gölgesi olmasına nazaran “iman” davasının belirleyiciliğine inanıyoruz.
İster ulus milliyetçiliği isterse faşist ırk milliyetçiliği olsun, her ikisinin de “Batı Töre”sine bağlı şubeler olarak Siyonist-Hıristiyanlığın temsilcileri oldukları muhakkak. Buna göre “Batı Töresi”ni açıklamak üzere oluşturulmuş kavramlara dayalı olarak Fransız, Alman, İngiliz Milliyetçiliği ile Türk Milliyetçiliğini tarife kalkışmak, oryantalist bir bakış sunmaktır. Yani bu tür yaklaşımlar Türk’ün Türk’e bakışını değil, batılının-batıcının Türk’e bakışını sergiler.
Büyük Doğu tümüyle yerli-milli ve İslâm Ahlak’ına dayalı yapısı ile Türk’ün Türk’e bakışını temsil etmekle kalmaz, aynı zamanda Türk’ün Batıya ve Batıcıya bakışını da temsil eder!.. Bu manada Büyük Doğu İdealizmi’ne bağlı Türk Milliyetçiliği, gerçek Türk Milliyetçiliğidir!..
Emile Durkheim’in bakışı Batının-Batıcının Türk’e bakışı olması hasebiyle “Batı Töresi”nin devamı halindedir. Temsilcisi Ziya Gökalp!..
Faşist ırkçılığın bakışı Batının-Batıcının Türk’e bakışı olması hasebiyle “Batı Töresi”nin devamı halindedir. Temsilcisi Nihal Atsız !..
Kuru Pragmatizm’in bakışı Batının-Batıcının Türk’e bakışı olması hasebiyle “Batı Töresi”nin devamı halindedir. Temsilcisi Yusuf Akçura !..
Kemalizim ise tüm sayılanlar ve sayılmayan daha niceleri ile birlikte aynı mahkumiyeti sergileyen yapısı ile tam bir bulamaç!..
Bunlar batı metaryalizminin gölgesi olup, gayr-i milli unsurlardır!.. Asıl gölgeye kendinden daha yakındır, ya!.. İşte bunlar suret-i Türk’ten görünüp, varlığı Siyonist-Hıristiyanlığa dayalı olanlardır. Batı Devşirmeleri!..
Ahlakî zemini farklı “Batı Töresi” milliyetçiliğinin, içtimaî diktasının Türk’e ne derece zararlar verdiğinin resmi olmak üzere buyrun:
Üstad Necip Fazıl'ın kaleminden:

 "Dalkavukluk... Bugün, fertlerin maddî ve manevî bütün iş ve menfaat sahalarında, büyükleriyle münasebetini düzenleyen ve neticeyi sağlayan biricik tılsım... Manzara şudur: Bütün cemiyet, bir mıknatıs kutbu üzerinde birbirinin eteğine yapışmış demir parçaları gibi, en küçüğünden en büyüğüne doğru birbirinin dalkavuğu vaziyetinde... Çünkü; ortada fani ve mahkum şahıslar kadrosunu aşan bir hüküm, bir iman ve mefkure ölçüsü kalmayınca, muvaffakiyetin tek sırrı, kuvvetlinin nefsaniyetini kabartmak san’atından ibaret kalır. İhlas yokluğu...
İltimas... Dalkavukluk, küçükten büyüğe doğru ferdin bütün kıymet ölçüsünü, hatır, gönül ve hoşa gitme değerine bağlayan bir korunma tedbiridir. Manzara; dişi ve başı ağrıyanlar için (Aspirin)den fazla el atılan ilaç... Çünkü: Birinci «çünkü»nün mukabil kutbu... Değer ve liyakat ölçüsünün iflası...
Hırsızlık... Hak ödemek ve hakkı ödenmek vaziyetinde herkesle herkes arasında; sırtında içtimaî bir emanet taşıyan herkesle emanette pay sahibi herkes arasında; evde babayla evlat, müessesede idareyle memur, dükkânda satıcı ile müşteri arasında...
.....
Rûşvet... Hırsızlığın en korkunç şubesi... Şahıslarda temerküz eden manevi haklandırma iktidarının hakka zıt olarak menfaat karşılığı satılması... Manzara: Rûşvet gişesi önünde, Eminönü meydanındaki otobüs bekleme mezbahasından fazla kalabalık... Çünkü: Haktan sıyrılan korku, insanlardan ve bütün insanî tertiplerden de sıyrılmış; ve menfi halisiyetini; su içmek ve ekmek yemek derecesindeki tabiîliğe dökmüştür...
Fuhuş... Bir kadın ve bir erkek arasında, Allah aşkı ve Allah bağıyla sımsıkı kementli olarak birbirini sevmek birbirinin olmak gibi en aziz, en kutsi ve en mahrem aidiyete vesile teşkil eden hadisenin, herkesle herkes arasında umumî ve hayvanî bir iştirak ifade etmesi... Manzara: Tek koğuş çerçevesinde, hem de elektrikle açık olarak bütün cemiyete şamil bir «mum söndü» alemi... Çünkü artık ruhlar hiçbir mukaddese yataklık edemiyecek kadar pörsümüştür.
İçki... Uyuşmak, kamaşmak, görmemek, duymamak, bilmemek, düşünmemek, kendi kendini kaybetmek, yok olmak ihtiyaciyle şuur ve muvazenenin zehir içmesi... Manzara: Gündelik su istihlakini aşan içki sarfiyatı... Çünkü: Vecd ve heyecanımızı zehirde arayacak nisbette ruhumuz boş bırakılmıştır."

Bizde şöyle devam edelim: Ey Mukaddesatçı Türk Gençliği!... Senin milletinin, Türk milletinin ahlakî vaziyeti bu mu değil mi? Bunlar yalan mı doğru mu?!.. Eğer diyorsanki bunlar Türk değil, o zaman bu yabancı millet nereden geldi?.. Yok eğer bunlar Türk ise, bu hayasızlık ve pervasızlık belasını kim bulaştırdı?.. Bu milleti Türk’ten ve Müslümanlıktan utanır hale getiren kim? Deden mi!.. Ninen mi!.. Yetim hakkını yemeyi öğreten kim?.. Haşa İslam mı öğretti ki, İslam’ın Şeriatından, töresinden uzaklaştık?!... Fuhuşu, faizciliği, içki müptelalığını sen mi öğrettin, ben mi?!.. Rüşveti, iltiması, yalanı, dolanı, sahil boyu yol boyu açılıp saçılmayı, fikir tembelliğini, komşuyu unutmayı, kardeşinin derdiyle dertlenmemeyi, idealsizliği, idealde hasisliği, bedavadan kardeşinin hakkına el atmayı, sokaklarda sürünen tinerci çocukları, ailelerin parçalanmışlığının ürünü sokak kadınlarını, sohbet yerine dedikoduyu, haşmet yerine kibri, 3000 yahudi dönmesinin sefasına karşılık 70 milyonun sefaletini ve daha nicesini sayabileceğim tüm bu ahlaksızlığı KİM AZİZ VATANIN EVLADINA BULAŞTIRDI?!.. İnsan olan bu sefalet manzarası karşısında çatlar, hayret eder, haya duyar, boyun büker, titreye titreye ağlar, içine kan oturur, saz olup ağıt yakar, taş olsa erir, gül olsa solar!... Yahu KİM BU ŞEREFSİZ VE ALÇAK DÜŞMAN?!... NERDESİN EY MUKADDESATÇI TÜRK GENÇLİĞİ, KİM BU ŞEREFSİZ VE ALÇAK DÜŞMAN!.. TÜRK MİLLETİNİN RUH VATANINA, AHLAKINA EL ATILIP İFSAT EDİLİYOR, İŞGAL EDİLİYOR. Bırakalım hikayeyi, manzara budur Beyler?.. Allah’a boyun bükmeyen, malını, evladı iyalini, ticaretini Allah uğruna cihad etmekten daha üstün görenin hali budur işte beyler!.. Dün komünistlerin Allah tanımaz oluşundan dem vuranların, bu manzara karşısında söyleyecek hiçbir şeyi yok mu?!.. Ahlaken ifsat edilişimizi de mi komüniste mal edeceğiz?!.. Komünizim öleli çok oldu Beyler!.. Öyle ise KİM BU ŞEREFSİZ VE ALÇAK DÜŞMAN!?..

Üstadın Kaleminden devam:
"Mefkureci ahlâkında, hiçbir hasis nefs kaygısına yer yoktur.
Mefkure ahlâkında, ya cemiyetle beraber ferdî hanenin de kurtulması, yahut içindeki evlat ve iyalle beraber viran olması vardır.
Milli ahlâk mefhumunu, başta din olmak üzere, o milletin bütün iman ve mukaddesat manzumesi içinden süzülüp gelen bir vakıa telakki etmenin ahlâkı... Buna muhtacız.”
Merhum Mütefekkir Necip Fazıl Kısakürek mefkureci ahlâk ve milli ahlâk hususunda bunları bildirmiş bize. Yani ben var olacaksam, milletimle var olacağım. Kurtulacaksam, milletimle birlikte kurtulacağım. Birbirinden mesul oluş ahlâkı!.. Buna mefkurecilik diyoruz. Yani seveceksin milletini, kardeşini, vatanını!.. Mesuliyetinin ruhî temeli bu sevgi olacak. İşte bu sevgiden dolayı Milli Ahlâk davasına sahip çıkacaksın!.. Türk’ün Milli Ahlâkının İslam Ahlâkı olduğunu bileceksin, bunun iddiacısı ve ispatçısı olacaksın.

Buna göre Büyük Doğu İdealizmine bağlı Türk Milliyetçiliği;

· İslam Ahlâkına ve Şeriatına bağlılıktır
· Milletini sevmek ve ondan mesul olmaktır
· Bu mesuliyetin gereği olarak, milletinin dünya ahiret saadeti için İslam Ahlâkını YEGANE MİLLİ AHLÂK OLARAK KABUL ETMEKTİR.
· Bu MERKURECİ MİLLİ AHLÂKIN tesisi ve ikmali için tek millî devlet modeli olan ve İslam’a tesatsız bir oluşla bağlı olan “Başyücelik Devleti” idealini yaşatmak ve hayata hakim kılmaktır.
· Milletinin ırkî, harsî, askerî, bedihî ve siyasî yeteneklerini İslam’ın hizmetine sunmaktır.
· Diğer müslüman milletleri öz kardeşi derecesinde sevmek, onların hakkını korumaktır, yanlışlarını düzeltmektir.
· Kendisi için olmadan başkaları için olmanın mümkün olmadığının şuuruyla, mekânda Anadolucu vatan anlayışını benimsemektir. Anadolucu vatan anlayşı cihan hakimiyeti mefkuresine çekirdektir.
· İslamı yaşama ve yaşatmada milletler arası üstünlük yarışını desteklemektir. Buna göre Türk milletinin öncülüğünde, tüm İslam Ümmetinin temsilciliğini yapma yarışında değer ve ehliyet esasına dayalı olarak iddia sahibi olmayı teşvik etmektir.